Bir acayip kafa karışıklığı vardır bende, benden içerü
Bu
haftanın hikayesinde kendimi kısa metrajlı filmde görür gibiyim.
Filmde şimdiki ve geçmiş anı, gelecek zamanda yaşıyorum. Yaşadıklarımı
anlatırken, yarından bugüne bakıyorum.
Brisbane’dan kilometrelerce uzakta, Lismore şehrine doğru yol alıyorum.
öğle saatleri, ofisden ayrılalı 1 saati bulmuş . Kurşun koyusu
bulutların, yağmur damlalarını tıpkı birer kırbaç darbeleri gibi
camlarına indirdiği arabamda, 120 kilometre hızla gitmenin tadına
erişiyorum. Dört şeritli otobanda, saatlerce böyle sürüyorum arabamı.
Düşünmekle, seyretmek arasında zikzaklar çiziyorum.
Yolum uzun ve bitmesin istiyorum. Asfaltın arsızca, ikiye
ayırdığı yeşil koruluğun iki ucundaki agaçlar, sanki tekrar birbirlerine
kavuşmak ister gibi, üzerimden taşarcasına, dallarını savurup
duruyorlar. Arasıra, rüzgarda uçuşan yapraklar, yunus balıkları gibi
önümde benimle yarışa tutuşuyorlar.
Yolculuğumun bir noktasında, bir dağın tepelerine doğru yol alırken,
birkaç saniyelik de olsa, güneşin ışıkları, bulutları yırtarak, yağmura
renk katmaya başlıyorlar. Yavaşlıyorum orada,. Telaş içinde, ayaklarımın
altından, ufkun otesine uzanan yeşil örtünün pırıltısını beynime iyice
kopyalamak istiyorum. Ben yeşilin büyüsünü, asla mavide bulamıyorum.
ögle’den sonra saat 5’e doğru Lismore’a varıyorum.
Lismore küçük ve sakin bir şehir. Avustralya’da gördüğüm diger bütün
küçük şehir ve kasabalarda olduğu gibi, çoktan, sokaklardan çekilmeye
başlamış yaşam. Birkaç ışıklı ‘fastfood’ tabelası ana caddeye
serpiştirilmiş. Duyabildiğim tek gürültü, arada sırada, bir görünüp, bir
kaybolan arabaların sakin devirli motor sesi.
Otele yerleşiyorum. Yapacak birşey yok. Geniş ve yüksek tavanlı odamda,
yarın sabah yapacağım işleri gözden geçirip, notlarımı almaya
koyuluyorum. Bu da çabuk bitiyor, sonra televizyonu açıyorum. Kanalları
tarıyorum ikişer uçer saniyelik süreler içinde. Kanallardan birinde,
dünya haberlerine takılıyorum, Türkiye’den haber olabilir mi beklentisi
içinde, yayını sonuna kadar izliyorum.
Yanımda getirdiğim bir kitabın sayfalarını çevirmeye
başlıyorum. önceden not aldığım konuları tekrar okumak için uygun bir
sayfasını açıyorum. öfkelenmemeye çalışıyorum fakat, yine de yazdıkları
ile günün bütün neşesini üzerimden söküp alıyor bu kitap. Gelgör ki,
öfkemin kime ve neye karşı olduğunu da kestiremiyorum.
Okuduğum her satır üstüme üstüme geliyor, benim inandığım değerler ile alay edip, bilgelik taslıyor:
“Eğer tek dişi kalmış bir canavar ise, o halde neden çelik zırhlı
duvar örebiliyor..?. Yoksa onun gücü sende yok diye kıskanıyor musun
onu.?”.
Soruları ile küçük bir çocuk gibi, masum olmaya çalışıyor. Orada donup
kalıyorum… Benim tereddütümü fırsat bilip, sorularını sormaya devam
ediyor:
“O canavar dediğin nedir, Batı’nın kendisi değil mi? Pekiy, o
zaman, canavar bellediğin Batı’nın uygarlığına neden kendini hedefledin
ki?”.
Sen bu işi bukadar basite indirgeyemezsin diye geçiriyorum içimden…
Verecegim karşılığı toparlamaya çalışıyorum. O ise, hazırcevaplığını
alabildiğine alışkanlık edinmiş, gözlerimin içine baka baka devam
ediyor:
“Osmanlı devletinde Tanzimat sonrası dönemde görev yapan 41
sadrazamın 35’i doğma büyüme Türk, yani baba dili Türkçe olan Anadolu ve
Rumeli Müslümanıdır. Sen hala nasıl olur da Osmanlı’da Türkler hor
görülüyordu diyebiliyorsun..? “.
Aklınca beni utandırmaya çalışıyor, onun gözünde cahil bir hale
düştüğümü hissettiğimi bildiğinden, iddialarini başka alanlara
kaydırıyor hemen:
“O beğenmediğin II. Abdulhamid, 1886’da, Louis Pasteur’u, kuduz
aşısını icad etmesinden dolayı 10 bin Osmanlı lirasi ile ve birinci
rütbeden Mecidiye Nişanı ile ödüllendirmekle yetinmemiş, ayrıca aşının
mucidi ile çalışsınlar diye gönderdigi Türk doktorları sayesinde kuduz
aşısının bir sene sonra Osmanlı kuduz hastanelerinde kullanılmasını da
sağlamıştır. Oysa, sen onu hep, gerici bir Osmanlı padişahı olarak
bildin… Yalan mı..?”.
Ben bunun gericilik için bir ölçü olmaması gerektiğini, başka durumların
sonucu gericilik iddiasının atıldığını söyleyecek gibi hamle yapıyorum
ama o artık benim cevaplarımla fazla ilgilenmiyor. Bütün derdi, beni
zavallı hissetirmek.
“Islam aleminde, yazılı anayasası olan ve parlamentoya dayalı meşruti
rejimi deneyen ilk ülke de Türkiye’dir. Söz konusu rejim 1920’de degil
1876’da kurulmuştur; kurucusu da II. Abdulhamid’dir. Rusya’da ilk
parlamento 1905’te, yani Türkiye’den 29 yıl sonra kurulacaktir”.
“Bilir misin ki, 1879’da Fransa’dan alınan Hukuk ve Ceza Mahkemeleri Usul Kanunlarıyla, nizami mahkemelerde kadın ve erkeğın şahitliği arasındaki ayrım kaldırılır.”.
“Bilir misin ki, 1879’da Fransa’dan alınan Hukuk ve Ceza Mahkemeleri Usul Kanunlarıyla, nizami mahkemelerde kadın ve erkeğın şahitliği arasındaki ayrım kaldırılır.”.
Bu soruları sorabiliyorsa, cevabı hiç şimdiye dek verilmedi diye düşündüğü için soruyor:
“O kötülerin kötüsü diye bellediğin Osmanlı’da, 1909’da aktif siyasete
atılan ilk Türk kadını Emine Semiye Hanım, Osmanlı Demokrat Fırkası
yönetiminde görev alır.”.
“1869’da Dört yıllık ilk öğretim kız ve erkek çocuklar için mecburi kılınır. 1895’de ilkokul yaşındaki Islam kızlarının %35 kadarı (712.423) nüfusun 253.349’u) ilkokullara kayıtlı görünür. 1873’de ilk kadın öğretmen atanır. 1924’de Inas Darülfünunu (Kızlar üniversitesi) kurulur”.
“Osmanlı devletinin reform sürecine baktığımızda bizi hayrete düşüren şey, eğitim ve meslek alanında kadınların sağladığı gelişmenin, Batı örneklerini ne kadar yakından izlediğidir. Bugün eğer Türkiye’de iyi kötü bir basın, parlamento, az çok Batılı bir hukuk, biraz modern bir ordu, okul, üniversite, hastane, postane, ulaşım ağı ve banka sistemine sahipsek, roman yazıyor ve Batı giysi modasına öykünüyorsak, sandalyede oturuyor ve masada yemek yiyorsak, bunları öncelikle Cumhuriyete değil, Osmanlı reformuna borçluyuz.”
“1869’da Dört yıllık ilk öğretim kız ve erkek çocuklar için mecburi kılınır. 1895’de ilkokul yaşındaki Islam kızlarının %35 kadarı (712.423) nüfusun 253.349’u) ilkokullara kayıtlı görünür. 1873’de ilk kadın öğretmen atanır. 1924’de Inas Darülfünunu (Kızlar üniversitesi) kurulur”.
“Osmanlı devletinin reform sürecine baktığımızda bizi hayrete düşüren şey, eğitim ve meslek alanında kadınların sağladığı gelişmenin, Batı örneklerini ne kadar yakından izlediğidir. Bugün eğer Türkiye’de iyi kötü bir basın, parlamento, az çok Batılı bir hukuk, biraz modern bir ordu, okul, üniversite, hastane, postane, ulaşım ağı ve banka sistemine sahipsek, roman yazıyor ve Batı giysi modasına öykünüyorsak, sandalyede oturuyor ve masada yemek yiyorsak, bunları öncelikle Cumhuriyete değil, Osmanlı reformuna borçluyuz.”
Kafam iyice allak bullak, hangi iddiaya, nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum, vermek gerekir mi ondan da emin değilim…
Kitabın her satıra yayılan çeşitli iddialarının dozu daha bir artıyor sayfaları çevirdikçe:
“Britanya Imparator’luğunun dünya harbinde Osmanlı devleti ile çatışmaya
ayırdığı güç, toplam aktif askeri gücünün ellide biri kadardır. Milli
Mucadele’nin ‘teorik’ düşmanı olan Ingiltere ile Türk kuvvetleri
arasında herhangi bir silahlı çatışma kaydedilmiş değildir. 1918 Kasımı
ile 1922 Ekimi arasında Türkiye’de çatışma esnasında yaralanan veya
ölen Ingiliz askeri yoktur.. “
“O halde, nereden çıktı bu 7 cihanın ordularına karşı savaştık iddiasi?”
“O halde, nereden çıktı bu 7 cihanın ordularına karşı savaştık iddiasi?”
Karşilik olsun diye sesimi yükseltiyorum:
illa kurşun mu sıkmak gerekir, onların kışkırttığı, desteklediği silahlı gruplar ve ordulara ne diyeceksin?
O ise benden daha fazla sesini yükselterek, sözünü henüz bitirmediğini, beni azarlar gibi bir duruşla belirtiyor :
“1853’te Rusların Sinop’ta Osmanlı donanmasını bir baskınla yoketmeleri
üzerine Ingiltere ve Fransa Rusya’ya karşı Kırım harbini
başlatmışlardır. Bu savaşta Ingiliz ve Fransız güçlerinin zayiatı
100.000 dolayında olmuştur.”
“Bundan kısa zaman sonra, 1877’de Osmanlı Devleti’nin kendisi Rusya’ya karşı 93 harbi diye anılan savaşı başlatmıştır. Fakat bu savaşa gücü yetmez ve 1878 şubatında Rus orduları Istanbul kapılarına dayanır. Sonuçta, Ingiltere’nin Rusya’ya ultimatomu ve Ingiltere başbakanı Disraeli’nin girişimiyle Ayastefanos (Yeşilköy) antlaşması iptal edilerek, Rusların ‘savaş meydanında kazandıklarını barış masasında kaybetmeleri’ sağlanmış olur.”
“Sen şimdi bana, emperyalist devletlerin değişmez emeli, Türkiye’yi bölmek, paylaşmak veya işgal etmekdir mi diyorsun?”
“Bundan kısa zaman sonra, 1877’de Osmanlı Devleti’nin kendisi Rusya’ya karşı 93 harbi diye anılan savaşı başlatmıştır. Fakat bu savaşa gücü yetmez ve 1878 şubatında Rus orduları Istanbul kapılarına dayanır. Sonuçta, Ingiltere’nin Rusya’ya ultimatomu ve Ingiltere başbakanı Disraeli’nin girişimiyle Ayastefanos (Yeşilköy) antlaşması iptal edilerek, Rusların ‘savaş meydanında kazandıklarını barış masasında kaybetmeleri’ sağlanmış olur.”
“Sen şimdi bana, emperyalist devletlerin değişmez emeli, Türkiye’yi bölmek, paylaşmak veya işgal etmekdir mi diyorsun?”
Kitap her bildiğimi sandığım konular üzerine üşenmeden, yeni iddialar
öne sürmekten geri kalmıyor. Emperyalist edebiyatını bırakıp sözlerini
Batıcılık konusunda, Osmanlı elitinin Cumhuriyet elitinden aşağı kalan
yanının olmadığına getiriyor:
“Son 38 sadrazam arasında medrese eğitimi görmüş olanların sayısı 8 veya
9’dur, ötekiler profesyonel eğitimlerini medrese dışında
tamamlamışlardır. Iclerinden 11’i kısmen veya tamamen Batı Avrupa’da
eğitim görmüşlerdir. Keçecizade Fuad Paşa medreseden sonra tibbiyeyi
bitirerek doktor olmuş; Sadık Paşa medresede başladığı öğrenimini
Paris’te tamamlamıştır. Mustafa Reşit, Mithat, Safvet, Sait ve Hüseyin
Hilmi Paşalar medresenin yanısıra, özel hocalar eliyle Fransızca ve
başka konuları tahsil etmişlerdir.
Küçüklüğümde bana aktarılan ve Cumhuriyet öncesi dönemde, sıradan
Türk’lerin dine dayalı bir yaşamı kabullendiklerini anlatmaya
çalışarak, şu sözlerle karşılık verebiliyorum ancak:
‘Bu millet din adına yapılan akıl dışı uygulamalardan çok çekti.
Anneannem anlatırdı bana, ibret olsun diye..,Yeni doğmuş bebeğe, bir
hafta boyunca, su vermek günah sayılırmış o dönemlerde.. çünkü inanışa
göre melaikeler zaten verirmiş bebeğe gereken suyu. Bu tür saçmalıkların
son bulması ancak insan aklının aydınlığa kavuşması ile olur.
Cumhuriyet bunu yapmaya çalışmıştır.’
Bu söylediklerim onu durdurmaya yetmiyor… Devamını getiriyor iddialarının…
“Osmanlı reformcularına göre Islam hukuku, akademik analizin aynalar
galerisinde yolunu kaybetmiş, pratik yararını yitirmiş bir düşünce
sistemidir. Anlamı ve sınırları belirsiz metinler üzerinde bindörtyüz
seneden beri sürdürülen yorum çabası, geriye, akademik yönden son derece
zengin, fakat uygulamada islevsiz bir skolastizm abidesi bırakmıştır.
Memlekette işe yarar bir hukuk kalmamıştır. “
“Osmanlı ulemasının geleneksel zaafları arasında kör testereyle adam kesmek ve otel yakmak yoktur: laf ebeliği vardır. Ulemanın, yasal ve yasadışı her türlü işleme hukuki kılıf uydurmaktaki sonsuz yeteneği, Osmanlı devletinde hukukun temel işlevini –keyfiliğe ve zorbalığa direnme gücünü- yitirmesine yol açmıştır. şeriatin sorunu zorbalık değildir: zorbalığa karşı koyma gücünü yitirmiş olmaktır.”
“Sen Batı’nin Laik’lik anlayışını bile kabullenmedin, Din’i devletin tekeline soktun. Sonra ne oldu, dinin özgürlüğü din adamlarının elinden alındı. Batı’da özgür yapısı ile, kendi iç dinamiğini geliştiren Hristiyanlik dini, Fransa gibi katı Cumhuriyetçi devletlerde bile, iktidarların destekçisi olurken, senin kurduğun Cumhuriyet de kendi eliyle Islam’ı kendisine düşman olmaya itti. Suçlu olanlar sence, boşluğu dolduran ehliyetsiz dinciler mi..?”
“Sen, terslikleri görmemek için beynini şartlandırmışsın… Milletinin konuştuğu dilin köklerini orta asya Türk dillerinde arrayıp bulmaya çalışan bir rejimin, yine aynı milletinin başına Batı’dan aldığı şapkayı giydirmesini nasıl açıklayabilirsin bana..?”.
“Osmanlı ulemasının geleneksel zaafları arasında kör testereyle adam kesmek ve otel yakmak yoktur: laf ebeliği vardır. Ulemanın, yasal ve yasadışı her türlü işleme hukuki kılıf uydurmaktaki sonsuz yeteneği, Osmanlı devletinde hukukun temel işlevini –keyfiliğe ve zorbalığa direnme gücünü- yitirmesine yol açmıştır. şeriatin sorunu zorbalık değildir: zorbalığa karşı koyma gücünü yitirmiş olmaktır.”
“Sen Batı’nin Laik’lik anlayışını bile kabullenmedin, Din’i devletin tekeline soktun. Sonra ne oldu, dinin özgürlüğü din adamlarının elinden alındı. Batı’da özgür yapısı ile, kendi iç dinamiğini geliştiren Hristiyanlik dini, Fransa gibi katı Cumhuriyetçi devletlerde bile, iktidarların destekçisi olurken, senin kurduğun Cumhuriyet de kendi eliyle Islam’ı kendisine düşman olmaya itti. Suçlu olanlar sence, boşluğu dolduran ehliyetsiz dinciler mi..?”
“Sen, terslikleri görmemek için beynini şartlandırmışsın… Milletinin konuştuğu dilin köklerini orta asya Türk dillerinde arrayıp bulmaya çalışan bir rejimin, yine aynı milletinin başına Batı’dan aldığı şapkayı giydirmesini nasıl açıklayabilirsin bana..?”.
Asıl beyni şartlı olan sensin diye cevap veriyorum… O şapka dediğin bir
simgedir,, Yeniden doğan bir milletin gururudur. Onun medeni dünyada
yerini belirleme arzusunu ortaya koyar.
“Onu külahıma anlat” dercesine cavap veriyor:
“Madem medeni dünyayı seçiyorsun, ona katkı olarak yapabildiğin ne
var..? Neden ceza kanunumuz doğrudan doğruya Batı’dan daha doğrusu
faşist Italya’dan tercüme edilerek alındı da, Türk milletinin ‘yüksek
seciyesi’’ne uygun bir ceza kanunu yazılamadı.? Sence medeni olmanın
ölçüsü nedir..?”.
Bu iddiaları okumak beni susturuyor. Tarihimizle ilgili olarak
bildiklerimden hangisinin, ne tür doğrulara ve gerçeklere dayandığını
yeniden gözden geçirmemi isteyen bu satırlar karşısında, cevaplarımı
kolaylıkla seçemiyorum. Kitabın içinde kendilerinden alıntılara yer
verilen ve Cumhuriyet gazetesinde ya da benzeri siyasi görüşteki diğer
yayın organlarında yazıları yayınlanmış olan birçok Cumhuriyet aydınının
söylediklerini tarıyorum. Ama onların dile getirdikleri, benim
söyleyebileceklerimkinden farklı değil. Cevap verebilen bir yazıyı
bulamıyorum içlerinde. Herkes büyük atılımların büyük devrimlerle
başarıldığını yazıyor ama hiçbirinde arşivlere ve tarihsel araştırmalara
dayalı bir bilimsellik bulamıyorum. Hepsi benim gibi Cumhuriyet
çocuklarının hoşuna gidecek sözlerden uygun bir yumak yapıp içimi
ısıtmaya çalışıyor.
Bir büyük düşünürün dediği gibi; Elmanın ne olduğunu bilmek istersen,
onu ışırmak gerekir. Fakat, ben o yazılarda “ısırılabilecek” bir elma
bulamıyorum. Herhangi bir parti liderinin ortaya çıkıp da, “Halkımız
için en hayırlısı ne ise, onu yapmaktan geri kalmayacağız” nutku atması
gibi bir görünüm arzediyorlar. Inandırıcılığı zayıf, içeriği
alışılagelmiş.
örnek mi? Buyrun, “şapka devrimi modern Batı’lı görünüme bürünmek için
yapılmalıydı ve yapıldı”. Bunu iddia edenlerden ben hiç duymadım şu
olayı: Resmi bir kabulde Ataturk’ün, Mısır elçisinin giydiği fesi zorla
başından çıkarttırmaya zorladığını ve elçinin bu zorlamadan dolayı
sonunda baloyu terk etmek zorunda kaldığını.
“Sence bu davranış Batı’lı olmakla mı, yoksa Asyalı despot olmakla mı açıklanabilir.”
Kafamın içi alabildiğine cevapsız sorular ile dolu.
Benim sorunum aslında, kitabin iddialarına karşı güçlü duruş
sergileyebilecek bir yazinin ya da bir bilimsel araştırmanın yokluğu.
Kitabın iddiaları beni ürküttü, çünkü bilimsel olarak, kanıtlara
dayanarak ele alınmış iddialarda bulunuyor.
Eğer bu iddialari yanlışsa, o taktirde, karşı delilleri sunabilen bir
araştırmanın yapılması gerekir. O zaman da düşünüyorum, demekki benim
bildiklerimi bana öğreten zihniyetin elindeki malzeme eksik ya da
yanlış. Olsaydı, bu deliller şimdiye kadar çoktan bilinmiş olurdu, karşı
iddiaları nasıl cevaplayacağız diye çaresizlik göstermezdik.
Bugüne kadar içim rahattı çünkü, herşeyin doğruluğu ve gerekliliği tartışmasız kabul görmüştü.
Simdi ise, bu kitabın yazarı gib,i bazı Liberaller ortaya yeni deliller
sürüyorlar; siz aldatılmış bir nesilsiniz diyerek, 90 yıllık
Cumhuriyet’i hiç olmamış farzedelim istiyorlar.
Kitabı daha fazla okumak istemiyorum, okudukça, moralim bozuluyor.
Kitabı bırakıp, Internet’de gazetelere göz atmaya başlıyorum. Yeni bir
parti daha kurulmuş. Adını Türkiye Partisi koymuşlar... Anlamakta
zorlanıyorum. Merak edip Türkiye’de faaliyet gösteren partilerin
listesini tarıyorum… Bu da sıkıntımı artırıyor, çünkü, sayılarını
saymaya gücüm yetmiyor…
Bu milletin kafası hepten karışık diyorum. Sadece ben değilim bu
karışıklığı yaşayan. çoğunluğumuz bu kafa karışıklığından bir şekilde
payımızı almışız. Gözlerim parti isimlerinde dolanıyor bir kaç dakika…
Bazılarının adını mırıldanmadan edemiyorum…
Çağdaş Türkiye Partisi - Türkiye Partisi - Güçlü Türkiye Partisi
Adalet partisi - Büyük Adalet Partisi
Millet Partisi - Ayyıldız Partisi - Bizim Parti
Katılımcı Demokrasi Partisi - Sosyal Demokrasi Partisi
Yüce Diriliş Partisi - Yeni Yüzler Partisi
Özgür Toplum Partisi - Hak ve özgürlükler Partisi - Özgürlük ve Dayanışma Partisi
Halkın Yükseliş Partisi - Halkın Kurtuluş Partisi
Sağduyu Partisi - Son Çağrı Partisi
………
………
Yurt Partisi - Avrasya Partisi
Müdafaai Hukuk Hareketi Partisi - Vatanseverler Partisi…
Delikanli çağlarımda okuduğum mizah dergisi Akbaba’yı gözlerimin önüne
getiriyorum. Cafer Zorlu ve Muzaffer Izgü’yü anıyorum yüzüme verdiğim
koca bir gülme ifadesiyle.
Saatime bakıyorum… Gecenin derinliklerini gösteriyor; 02:17am Yarınki
iş gününe biraz bedensel güçle başlamam gerektiğini düşünerek uykuya
geçiyorum..
Ertesi
gün Lismore, şirin bir şehir olarak bana kucak açıyor. Hava temiz, bol
günesli, trafik, sabahın erken saatlerindeki geleneksel hareketliliğini
burada da karşıma çıkarıyor.
Lismore, bol çiçekli ve temiz bahçeli evleri ile bir rüya şehri gibi.
Yüksek yapı hemen hemen hiç yok. şehrin bir ucunda geniş bir alana
yayılmış üniversitesi var.
Bölgenin çeşitli kasabalarından öğrenci çekmekde başarılı olmuş.
üniversitenin içinde dolasırken, ağaçlar arasında dolanan tavşanlara
rastlıyorum.
üniversitenin
binaları yeşilliklerin arasına öylesine yerleştirilmişler ki,
varlıkları ortada sırıtmıyor, kendimi bir ulusal parkın içinde gibi
hissediyorum.
Dışarıda hayat güzel ama, üniversitede sabahtan akşama kadar dondurucu
soğuklukdaki bir bilgi işlem odasına kapatıyorum kendimi. Guneşi öğle
tatilinde yarım saat kadar görebiliyorum.
Dört günüm bu şekilde üniversite ile otel odası arasında geçip gidiyor.
Bugün, beşinci gün. öğle saatinde tekrar Brisbane’a dönmek üzere yola koyuluyorum.
Sevinçliyim; çünkü, bu akşam CumaBriç’in akşamı… şükürler olsun.
Farukgiller konağına varışımda, hemen hepimiz arabalarımızı dip dibe
park ederek sonradan gelenlere yer açmaya çalışıyoruz. Yağmur zaten
onbeş yirmi dakika önce başladığından dışarıdakı masanın etrafında kuru
yerler bulmak zor. Birimizin boşalttığı yarı kurumuş tahta koltuğu
diğerimiz kapıyor ve böyle böyle oyun kağıtlarını çekme zamanına kadar
futbol ve fulbolcuları konuşuyoruz. Galiba, ligin konuşulmadık takımı
ve oyuncusu kalmıyor, antrenörler’den ise sadece bir kaçı bu onura
erişebiliyor, lig şampiyonlari bir belirleniyor, bir belirlenmiyor,
eldeki olasılıklar çok olduğundan, hemen her olabilecek olasılığın,
mutlaka Galatasaray’ın UEFA’ya katılmasını sağlayacak bir sonuçla
bitmesine özel bir çaba gösteriliyor, ülkemizdeki futbol konusu bitiyor
ve yerini Ingiltere’ye bırakıyor, bu konuda yapılan spor yayınlarının
hangilerinin seyretmeye değer olduğu tartışılıyor, Lig TV’nin üstüne toz
kondurulmuyor.
Söz TV’den açılmışken, genel olarak uydu yayınlardan seyredilen Türk
filmlerinin ve TV kanallarının ortaya koydukları kalitelerinin birbirine
olan farkları tartışılıyor,Yesilçam TV’nin konu edilecek bir kalitesi
ise hiç bulunamıyor, bazı arkadaşlar Türkiye’den dönerken beraberinde
getirdikleri DVD’lerdeki filmlerin güzelliğini ballandıra ballandıra
anlattığından, birkaçımız, onları seyretmek ya da kopyalamak için sıra
kapma yarışına giriyor, kağıtlar çekildiğinde ise, 6 takımın oyuncuları
belirleniyor, oyunlar hemen başlıyor, dışarıda sıra bekleyenlerimiz,
fena halde acılı ‘potato chips’ lerden yemeye başlıyor, spor tekrar
konuşma konusu oluyor fakat araya Kuzey Kore’nin ateşle dansı giriyor,
bir iki yorumdan sonra bu işin olacağına varacağı tahmin ediliyor,
Avustralya’dakilerin ağız tadının giderek değiştiği ve bol acılı türden
yiyeceklerin çokça satılır hale geldiği belirtiliyor ve CumaBriç’çiler
olarak, bizim de, kırmızı şarap ile acılı ‘potato chips ‘ zevkimizde o
yönde bir gelişme işaretlerinin görüldüğü de müşaade ediliyor. O arada
konu zevklerden açılınca, Mustafa eski zamanların ruyasını anlatmaya
başlıyor, 12 Eylül zamanında sinemalarin sex furyasını, Aydemir Akbaş
ile Ahu Tuğba’yı, kaygan zeminli sinema salonlarının afişlerinden
inmeyen iki yıldızını, seyircilerin araya giren parçalarda görünen
zencilere karşi öfkesini de Mustafa bir bilirkişi edasıyla anlatıyor.
Oyunlar, uzun uzun oynanıyor, ortaya bir hareket katmak için, Ajda’dan
plaklar çalınıyor, o arada, Tanju Okan’ın adını hatırlayabilmek için
avuçlarımızdaki ateşden ve kulaklarımızdaki alevden medetler umuluyor,
ve galiba üç beş sigara yaktıktan sonra nihayet murada eriliyor, bol
acılı ‘potato chips’lerden hala birkaç tanesi kalmış, onlar da, bu arada
‘corn chips’lerle karıştırılıyor, bir önceki elde beş sanzatu ile
çıkanlar, çekilen kontura rağmen kazanmış olmanın getirdiği haklı
böbürlenme ile bir sigara yakıyorlar ve şaraplarını tazeliyorlar,
üstüne üstlük, artık bulaşıkları, ilahı gelse, gene yıkattıramaz
duygusunun iç rahatlığiyla acılı ‘potato chips’lerden yiyerek, oyundaki
ustalıklarını enine boyuna anlatıyorlar, yani, masallah, 7 cihana
karşı koyduk der gibi bir tavır sergiliyorlar.
Canı sıkılıp da oyunu kaybedenler, yeme stresine girerek, Turgut bey’in
getirdiği kurabiyelere saldırıyorlar, ama galiba bu arada Turgut bey’in
de bulaşık yıkama ihtimalinin büyüklüğü konuşuluyor ve oyunlar gittikçe
daha bir kızışıyor, Tonguç ise bu işin kilit adamı olduğunu ispatlıyor,
elindeki puanlar ile Ekrem’e ümit veriyor, Ekrem de gerçekci biri
olduğundan bulaşıkların yıkanması konusunda kollarını sıvamaya başlıyor,
saat gecenin neredeyse 2’si oluyor ve hayret konsolos Tutgut bey hala
iki kere pas geçtiği halde, üçüncüsünde 3 sanzatu diyebiliyor, ve galiba
kendisine, aldığı B vitaminleri fazla geliyor, buna rağmen ortağı
başarı ile oyunu bitirdiğinden, Turgut bey, doktora tezi açıklar gibi,
kendi yaptığı mantığı ortaya seriyor, böyle böyle zaman doluyor, herkes
acıktığından konu yemeklere ve yemeklerin satıldığı marketlere geliyor,
bu işin birinciliği Güven’e veriliyor, çünkü Helenika marketin Türk
ürünü mallar sattığını herkes ondan öğreniyor, yarın ilk iş o markete
uğramak olsun niyetiyle adresler alınıyor, yanlış anlamaya yer vermemek
için de, Brisbane nehri bir sağa alınıyor, bir de sola, o durumda, nokta
atışı yapar gibi belirleniyor Duncan sokagındaki Helenika.
Bizde konular çok, sıra geliyor Internet üzerinden yayın yapan
radyolara, Erden diyor ki, Tıkla, Google’da ‘Radyo Alaturka’ ya. Bu
sayade bütün Türkiye radyolarında yayınlar dinlenebiliyor, sabahtan
akşama kadar o yayın hiç kapanmıyor, Türkiye bu konuda Avustralya’ya beş
basar, özellikle de Broadband Internet’de Avustralya arkadan nal
toplar.
Diyoruz ki, işçi parti hükümeti bu işe mutlaka el atmalı fakat 50
milyarlik harcama da bu işin faturası. Belli ki, bu konuda alınacak çok
yol var, ama tabii, işin içinde bir yandan Broadband’e sahip olurken,
diğer yandan elektrik şalterini indirerek, 8 hastayı öldürmek de var.
Bu işler, plan ve proje gerektiriyor, acil durumlarin yönetimi önceden
belirlenmiş prosedürlerle işleyebiliyor. Simdi, Allah'ı var, Avustralya
bu konularda oldukça başarılıdır. Her firma ve hastane haftada en az bir
kez yangın alarmı testi yaptırır, ve umarım bizim 'Ilımlı Islam' cı
iktidarımız da bir gün, bu konuyu ele alır.
Neyse ki, saat 3’de bütün oyunların oynanması bitiyor, üstüne son
sigaralar da yakıldıktan sonra evlere doğru yol almanın vakti geliyor.
Bir CumaBric gecesi de böyle geçiyor. Bu da filmin sonunu getiriyor.
SON - THE END
Benden söylemesi, siz siz olun, bu filmin galasını asla kaçırmayın.
CumaBriç Editörü
GECEDEN ENSTANTENELER
Bence bu elin sahibi her kim ise hemen gidip bir lotto oynasin.
Bu elin sahibi de, gelecek oyunda, başka sandalyeye otursun.
![]() |
0 comments:
Post a Comment