Home » » 29 Mayis 2009 CumaBric Gecesi

29 Mayis 2009 CumaBric Gecesi

Beni bende demen, ben bende değülem,
Bir acayip kafa karışıklığı vardır bende, benden içerü


Bu haftanın hikayesinde kendimi kısa metrajlı filmde görür gibiyim. Filmde şimdiki ve geçmiş anı, gelecek zamanda yaşıyorum. Yaşadıklarımı anlatırken, yarından bugüne bakıyorum.

Brisbane’dan kilometrelerce uzakta, Lismore şehrine doğru yol alıyorum. öğle saatleri, ofisden ayrılalı 1 saati bulmuş . Kurşun koyusu bulutların, yağmur damlalarını tıpkı birer kırbaç darbeleri gibi camlarına indirdiği arabamda, 120 kilometre hızla gitmenin tadına erişiyorum. Dört şeritli otobanda, saatlerce böyle sürüyorum arabamı. Düşünmekle, seyretmek arasında zikzaklar çiziyorum.

Yolum uzun ve bitmesin istiyorum. Asfaltın arsızca, ikiye ayırdığı yeşil koruluğun iki ucundaki agaçlar, sanki tekrar birbirlerine kavuşmak ister gibi, üzerimden taşarcasına, dallarını savurup duruyorlar. Arasıra, rüzgarda uçuşan yapraklar, yunus balıkları gibi önümde benimle yarışa tutuşuyorlar.

Yolculuğumun bir noktasında, bir dağın tepelerine doğru yol alırken, birkaç saniyelik de olsa, güneşin ışıkları, bulutları yırtarak, yağmura renk katmaya başlıyorlar. Yavaşlıyorum orada,. Telaş içinde, ayaklarımın altından, ufkun otesine uzanan yeşil örtünün pırıltısını beynime iyice kopyalamak istiyorum. Ben yeşilin büyüsünü, asla mavide bulamıyorum.

ögle’den sonra saat 5’e doğru Lismore’a varıyorum. Lismore küçük ve sakin bir şehir. Avustralya’da gördüğüm diger bütün küçük şehir ve kasabalarda olduğu gibi, çoktan, sokaklardan çekilmeye başlamış yaşam. Birkaç ışıklı ‘fastfood’ tabelası ana caddeye serpiştirilmiş. Duyabildiğim tek gürültü, arada sırada, bir görünüp, bir kaybolan arabaların sakin devirli motor sesi.

Otele yerleşiyorum. Yapacak birşey yok. Geniş ve yüksek tavanlı odamda, yarın sabah yapacağım işleri gözden geçirip, notlarımı almaya koyuluyorum. Bu da çabuk bitiyor, sonra televizyonu açıyorum. Kanalları tarıyorum ikişer uçer saniyelik süreler içinde. Kanallardan birinde, dünya haberlerine takılıyorum, Türkiye’den haber olabilir mi beklentisi içinde, yayını sonuna kadar izliyorum.

Yanımda getirdiğim bir kitabın sayfalarını çevirmeye başlıyorum. önceden not aldığım konuları tekrar okumak için uygun bir sayfasını açıyorum. öfkelenmemeye çalışıyorum fakat, yine de yazdıkları ile günün bütün neşesini üzerimden söküp alıyor bu kitap. Gelgör ki, öfkemin kime ve neye karşı olduğunu da kestiremiyorum.

Okuduğum her satır üstüme üstüme geliyor, benim inandığım değerler ile alay edip, bilgelik taslıyor:

“Eğer tek dişi kalmış bir canavar ise, o halde neden çelik zırhlı duvar örebiliyor..?. Yoksa onun gücü sende yok diye kıskanıyor musun onu.?”.

Soruları ile küçük bir çocuk gibi, masum olmaya çalışıyor. Orada donup kalıyorum… Benim tereddütümü fırsat bilip, sorularını sormaya devam ediyor:

“O canavar dediğin nedir, Batı’nın kendisi değil mi? Pekiy, o zaman, canavar bellediğin Batı’nın uygarlığına neden kendini hedefledin ki?”.

Sen bu işi bukadar basite indirgeyemezsin diye geçiriyorum içimden… Verecegim karşılığı toparlamaya çalışıyorum. O ise, hazırcevaplığını alabildiğine alışkanlık edinmiş, gözlerimin içine baka baka devam ediyor:

“Osmanlı devletinde Tanzimat sonrası dönemde görev yapan 41 sadrazamın 35’i doğma büyüme Türk, yani baba dili Türkçe olan Anadolu ve Rumeli Müslümanıdır. Sen hala nasıl olur da Osmanlı’da Türkler hor görülüyordu diyebiliyorsun..? “.

Aklınca beni utandırmaya çalışıyor, onun gözünde cahil bir hale düştüğümü hissettiğimi bildiğinden, iddialarini başka alanlara kaydırıyor hemen:

“O beğenmediğin II. Abdulhamid, 1886’da, Louis Pasteur’u, kuduz aşısını icad etmesinden dolayı 10 bin Osmanlı lirasi ile ve birinci rütbeden Mecidiye Nişanı ile ödüllendirmekle yetinmemiş, ayrıca aşının mucidi ile çalışsınlar diye gönderdigi Türk doktorları sayesinde kuduz aşısının bir sene sonra Osmanlı kuduz hastanelerinde kullanılmasını da sağlamıştır. Oysa, sen onu hep, gerici bir Osmanlı padişahı olarak bildin… Yalan mı..?”.

Ben bunun gericilik için bir ölçü olmaması gerektiğini, başka durumların sonucu gericilik iddiasının atıldığını söyleyecek gibi hamle yapıyorum ama o artık benim cevaplarımla fazla ilgilenmiyor. Bütün derdi, beni zavallı hissetirmek.

“Islam aleminde, yazılı anayasası olan ve parlamentoya dayalı meşruti rejimi deneyen ilk ülke de Türkiye’dir. Söz konusu rejim 1920’de degil 1876’da kurulmuştur; kurucusu da II. Abdulhamid’dir. Rusya’da ilk parlamento 1905’te, yani Türkiye’den 29 yıl sonra kurulacaktir”.

“Bilir misin ki, 1879’da Fransa’dan alınan Hukuk ve Ceza Mahkemeleri Usul Kanunlarıyla, nizami mahkemelerde kadın ve erkeğın şahitliği arasındaki ayrım kaldırılır.”.

Bu soruları sorabiliyorsa, cevabı hiç şimdiye dek verilmedi diye düşündüğü için soruyor:

“O kötülerin kötüsü diye bellediğin Osmanlı’da, 1909’da aktif siyasete atılan ilk Türk kadını Emine Semiye Hanım, Osmanlı Demokrat Fırkası yönetiminde görev alır.”.

“1869’da Dört yıllık ilk öğretim kız ve erkek çocuklar için mecburi kılınır. 1895’de ilkokul yaşındaki Islam kızlarının %35 kadarı (712.423) nüfusun 253.349’u) ilkokullara kayıtlı görünür. 1873’de ilk kadın öğretmen atanır. 1924’de Inas Darülfünunu (Kızlar üniversitesi) kurulur”.

“Osmanlı devletinin reform sürecine baktığımızda bizi hayrete düşüren şey, eğitim ve meslek alanında kadınların sağladığı gelişmenin, Batı örneklerini ne kadar yakından izlediğidir. Bugün eğer Türkiye’de iyi kötü bir basın, parlamento, az çok Batılı bir hukuk, biraz modern bir ordu, okul, üniversite, hastane, postane, ulaşım ağı ve banka sistemine sahipsek, roman yazıyor ve Batı giysi modasına öykünüyorsak, sandalyede oturuyor ve masada yemek yiyorsak, bunları öncelikle Cumhuriyete değil, Osmanlı reformuna borçluyuz.”

Kafam iyice allak bullak, hangi iddiaya, nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum, vermek gerekir mi ondan da emin değilim…

Kitabın her satıra yayılan çeşitli iddialarının dozu daha bir artıyor sayfaları çevirdikçe:

“Britanya Imparator’luğunun dünya harbinde Osmanlı devleti ile çatışmaya ayırdığı güç, toplam aktif askeri gücünün ellide biri kadardır. Milli Mucadele’nin ‘teorik’ düşmanı olan Ingiltere ile Türk kuvvetleri arasında herhangi bir silahlı çatışma kaydedilmiş değildir. 1918 Kasımı ile 1922 Ekimi arasında Türkiye’de çatışma esnasında yaralanan veya ölen Ingiliz askeri yoktur.. “

“O halde, nereden çıktı bu 7 cihanın ordularına karşı savaştık iddiasi?”

Karşilik olsun diye sesimi yükseltiyorum:
illa kurşun mu sıkmak gerekir, onların kışkırttığı, desteklediği silahlı gruplar ve ordulara ne diyeceksin?

O ise benden daha fazla sesini yükselterek, sözünü henüz bitirmediğini, beni azarlar gibi bir duruşla belirtiyor :

“1853’te Rusların Sinop’ta Osmanlı donanmasını bir baskınla yoketmeleri üzerine Ingiltere ve Fransa Rusya’ya karşı Kırım harbini başlatmışlardır. Bu savaşta Ingiliz ve Fransız güçlerinin zayiatı 100.000 dolayında olmuştur.”

“Bundan kısa zaman sonra, 1877’de Osmanlı Devleti’nin kendisi Rusya’ya karşı 93 harbi diye anılan savaşı başlatmıştır. Fakat bu savaşa gücü yetmez ve 1878 şubatında Rus orduları Istanbul kapılarına dayanır. Sonuçta, Ingiltere’nin Rusya’ya ultimatomu ve Ingiltere başbakanı Disraeli’nin girişimiyle Ayastefanos (Yeşilköy) antlaşması iptal edilerek, Rusların ‘savaş meydanında kazandıklarını barış masasında kaybetmeleri’ sağlanmış olur.”

“Sen şimdi bana, emperyalist devletlerin değişmez emeli, Türkiye’yi bölmek, paylaşmak veya işgal etmekdir mi diyorsun?”

Kitap her bildiğimi sandığım konular üzerine üşenmeden, yeni iddialar öne sürmekten geri kalmıyor. Emperyalist edebiyatını bırakıp sözlerini Batıcılık konusunda, Osmanlı elitinin Cumhuriyet elitinden aşağı kalan yanının olmadığına getiriyor:

“Son 38 sadrazam arasında medrese eğitimi görmüş olanların sayısı 8 veya 9’dur, ötekiler profesyonel eğitimlerini medrese dışında tamamlamışlardır. Iclerinden 11’i kısmen veya tamamen Batı Avrupa’da eğitim görmüşlerdir. Keçecizade Fuad Paşa medreseden sonra tibbiyeyi bitirerek doktor olmuş; Sadık Paşa medresede başladığı öğrenimini Paris’te tamamlamıştır. Mustafa Reşit, Mithat, Safvet, Sait ve Hüseyin Hilmi Paşalar medresenin yanısıra, özel hocalar eliyle Fransızca ve başka konuları tahsil etmişlerdir.

Küçüklüğümde bana aktarılan ve Cumhuriyet öncesi dönemde, sıradan Türk’lerin dine dayalı bir yaşamı kabullendiklerini anlatmaya çalışarak, şu sözlerle karşılık verebiliyorum ancak:

‘Bu millet din adına yapılan akıl dışı uygulamalardan çok çekti. Anneannem anlatırdı bana, ibret olsun diye..,Yeni doğmuş bebeğe, bir hafta boyunca, su vermek günah sayılırmış o dönemlerde.. çünkü inanışa göre melaikeler zaten verirmiş bebeğe gereken suyu. Bu tür saçmalıkların son bulması ancak insan aklının aydınlığa kavuşması ile olur. Cumhuriyet bunu yapmaya çalışmıştır.’

Bu söylediklerim onu durdurmaya yetmiyor… Devamını getiriyor iddialarının…

“Osmanlı reformcularına göre Islam hukuku, akademik analizin aynalar galerisinde yolunu kaybetmiş, pratik yararını yitirmiş bir düşünce sistemidir. Anlamı ve sınırları belirsiz metinler üzerinde bindörtyüz seneden beri sürdürülen yorum çabası, geriye, akademik yönden son derece zengin, fakat uygulamada islevsiz bir skolastizm abidesi bırakmıştır. Memlekette işe yarar bir hukuk kalmamıştır. “

“Osmanlı ulemasının geleneksel zaafları arasında kör testereyle adam kesmek ve otel yakmak yoktur: laf ebeliği vardır. Ulemanın, yasal ve yasadışı her türlü işleme hukuki kılıf uydurmaktaki sonsuz yeteneği, Osmanlı devletinde hukukun temel işlevini –keyfiliğe ve zorbalığa direnme gücünü- yitirmesine yol açmıştır. şeriatin sorunu zorbalık değildir: zorbalığa karşı koyma gücünü yitirmiş olmaktır.”

“Sen Batı’nin Laik’lik anlayışını bile kabullenmedin, Din’i devletin tekeline soktun. Sonra ne oldu, dinin özgürlüğü din adamlarının elinden alındı. Batı’da özgür yapısı ile, kendi iç dinamiğini geliştiren Hristiyanlik dini, Fransa gibi katı Cumhuriyetçi devletlerde bile, iktidarların destekçisi olurken, senin kurduğun Cumhuriyet de kendi eliyle Islam’ı kendisine düşman olmaya itti. Suçlu olanlar sence, boşluğu dolduran ehliyetsiz dinciler mi..?”

“Sen, terslikleri görmemek için beynini şartlandırmışsın… Milletinin konuştuğu dilin köklerini orta asya Türk dillerinde arrayıp bulmaya çalışan bir rejimin, yine aynı milletinin başına Batı’dan aldığı şapkayı giydirmesini nasıl açıklayabilirsin bana..?”.

Asıl beyni şartlı olan sensin diye cevap veriyorum… O şapka dediğin bir simgedir,, Yeniden doğan bir milletin gururudur. Onun medeni dünyada yerini belirleme arzusunu ortaya koyar.

“Onu külahıma anlat” dercesine cavap veriyor:

“Madem medeni dünyayı seçiyorsun, ona katkı olarak yapabildiğin ne var..? Neden ceza kanunumuz doğrudan doğruya Batı’dan daha doğrusu faşist Italya’dan tercüme edilerek alındı da, Türk milletinin ‘yüksek seciyesi’’ne uygun bir ceza kanunu yazılamadı.? Sence medeni olmanın ölçüsü nedir..?”.

Bu iddiaları okumak beni susturuyor. Tarihimizle ilgili olarak bildiklerimden hangisinin, ne tür doğrulara ve gerçeklere dayandığını yeniden gözden geçirmemi isteyen bu satırlar karşısında, cevaplarımı kolaylıkla seçemiyorum. Kitabın içinde kendilerinden alıntılara yer verilen ve Cumhuriyet gazetesinde ya da benzeri siyasi görüşteki diğer yayın organlarında yazıları yayınlanmış olan birçok Cumhuriyet aydınının söylediklerini tarıyorum. Ama onların dile getirdikleri, benim söyleyebileceklerimkinden farklı değil. Cevap verebilen bir yazıyı bulamıyorum içlerinde. Herkes büyük atılımların büyük devrimlerle başarıldığını yazıyor ama hiçbirinde arşivlere ve tarihsel araştırmalara dayalı bir bilimsellik bulamıyorum. Hepsi benim gibi Cumhuriyet çocuklarının hoşuna gidecek sözlerden uygun bir yumak yapıp içimi ısıtmaya çalışıyor.

Bir büyük düşünürün dediği gibi; Elmanın ne olduğunu bilmek istersen, onu ışırmak gerekir. Fakat, ben o yazılarda “ısırılabilecek” bir elma bulamıyorum. Herhangi bir parti liderinin ortaya çıkıp da, “Halkımız için en hayırlısı ne ise, onu yapmaktan geri kalmayacağız” nutku atması gibi bir görünüm arzediyorlar. Inandırıcılığı zayıf, içeriği alışılagelmiş.

örnek mi? Buyrun, “şapka devrimi modern Batı’lı görünüme bürünmek için yapılmalıydı ve yapıldı”. Bunu iddia edenlerden ben hiç duymadım şu olayı: Resmi bir kabulde Ataturk’ün, Mısır elçisinin giydiği fesi zorla başından çıkarttırmaya zorladığını ve elçinin bu zorlamadan dolayı sonunda baloyu terk etmek zorunda kaldığını.

“Sence bu davranış Batı’lı olmakla mı, yoksa Asyalı despot olmakla mı açıklanabilir.”

Kafamın içi alabildiğine cevapsız sorular ile dolu.

Benim sorunum aslında, kitabin iddialarına karşı güçlü duruş sergileyebilecek bir yazinin ya da bir bilimsel araştırmanın yokluğu. Kitabın iddiaları beni ürküttü, çünkü bilimsel olarak, kanıtlara dayanarak ele alınmış iddialarda bulunuyor.

Eğer bu iddialari yanlışsa, o taktirde, karşı delilleri sunabilen bir araştırmanın yapılması gerekir. O zaman da düşünüyorum, demekki benim bildiklerimi bana öğreten zihniyetin elindeki malzeme eksik ya da yanlış. Olsaydı, bu deliller şimdiye kadar çoktan bilinmiş olurdu, karşı iddiaları nasıl cevaplayacağız diye çaresizlik göstermezdik.

Bugüne kadar içim rahattı çünkü, herşeyin doğruluğu ve gerekliliği tartışmasız kabul görmüştü.

Simdi ise, bu kitabın yazarı gib,i bazı Liberaller ortaya yeni deliller sürüyorlar; siz aldatılmış bir nesilsiniz diyerek, 90 yıllık Cumhuriyet’i hiç olmamış farzedelim istiyorlar.

Kitabı daha fazla okumak istemiyorum, okudukça, moralim bozuluyor. Kitabı bırakıp, Internet’de gazetelere göz atmaya başlıyorum. Yeni bir parti daha kurulmuş. Adını Türkiye Partisi koymuşlar... Anlamakta zorlanıyorum. Merak edip Türkiye’de faaliyet gösteren partilerin listesini tarıyorum… Bu da sıkıntımı artırıyor, çünkü, sayılarını saymaya gücüm yetmiyor…

Bu milletin kafası hepten karışık diyorum. Sadece ben değilim bu karışıklığı yaşayan. çoğunluğumuz bu kafa karışıklığından bir şekilde payımızı almışız. Gözlerim parti isimlerinde dolanıyor bir kaç dakika… Bazılarının adını mırıldanmadan edemiyorum…

Çağdaş Türkiye Partisi - Türkiye Partisi - Güçlü Türkiye Partisi
Adalet partisi - Büyük Adalet Partisi
Millet Partisi - Ayyıldız Partisi - Bizim Parti
Katılımcı Demokrasi Partisi - Sosyal Demokrasi Partisi
Yüce Diriliş Partisi - Yeni Yüzler Partisi
Özgür Toplum Partisi - Hak ve özgürlükler Partisi - Özgürlük ve Dayanışma Partisi
Halkın Yükseliş Partisi - Halkın Kurtuluş Partisi
Sağduyu Partisi - Son Çağrı Partisi
………
………
Yurt Partisi - Avrasya Partisi
Müdafaai Hukuk Hareketi Partisi - Vatanseverler Partisi…

Delikanli çağlarımda okuduğum mizah dergisi Akbaba’yı gözlerimin önüne getiriyorum. Cafer Zorlu ve Muzaffer Izgü’yü anıyorum yüzüme verdiğim koca bir gülme ifadesiyle.

Saatime bakıyorum… Gecenin derinliklerini gösteriyor; 02:17am Yarınki iş gününe biraz bedensel güçle başlamam gerektiğini düşünerek uykuya geçiyorum..

Ertesi gün Lismore, şirin bir şehir olarak bana kucak açıyor. Hava temiz, bol günesli, trafik, sabahın erken saatlerindeki geleneksel hareketliliğini burada da karşıma çıkarıyor.

Lismore, bol çiçekli ve temiz bahçeli evleri ile bir rüya şehri gibi. Yüksek yapı hemen hemen hiç yok. şehrin bir ucunda geniş bir alana yayılmış üniversitesi var. Bölgenin çeşitli kasabalarından öğrenci çekmekde başarılı olmuş. üniversitenin içinde dolasırken, ağaçlar arasında dolanan tavşanlara rastlıyorum.

üniversitenin binaları yeşilliklerin arasına öylesine yerleştirilmişler ki, varlıkları ortada sırıtmıyor, kendimi bir ulusal parkın içinde gibi hissediyorum.

Dışarıda hayat güzel ama, üniversitede sabahtan akşama kadar dondurucu soğuklukdaki bir bilgi işlem odasına kapatıyorum kendimi. Guneşi öğle tatilinde yarım saat kadar görebiliyorum.

Dört günüm bu şekilde üniversite ile otel odası arasında geçip gidiyor.


Bugün, beşinci gün. öğle saatinde tekrar Brisbane’a dönmek üzere yola koyuluyorum.

Sevinçliyim; çünkü, bu akşam CumaBriç’in akşamı… şükürler olsun.

Farukgiller konağına varışımda, hemen hepimiz arabalarımızı dip dibe park ederek sonradan gelenlere yer açmaya çalışıyoruz. Yağmur zaten onbeş yirmi dakika önce başladığından dışarıdakı masanın etrafında kuru yerler bulmak zor. Birimizin boşalttığı yarı kurumuş tahta koltuğu diğerimiz kapıyor ve böyle böyle oyun kağıtlarını çekme zamanına kadar futbol ve fulbolcuları konuşuyoruz. Galiba, ligin konuşulmadık takımı ve oyuncusu kalmıyor, antrenörler’den ise sadece bir kaçı bu onura erişebiliyor, lig şampiyonlari bir belirleniyor, bir belirlenmiyor, eldeki olasılıklar çok olduğundan, hemen her olabilecek olasılığın, mutlaka Galatasaray’ın UEFA’ya katılmasını sağlayacak bir sonuçla bitmesine özel bir çaba gösteriliyor, ülkemizdeki futbol konusu bitiyor ve yerini Ingiltere’ye bırakıyor, bu konuda yapılan spor yayınlarının hangilerinin seyretmeye değer olduğu tartışılıyor, Lig TV’nin üstüne toz kondurulmuyor.

Söz TV’den açılmışken, genel olarak uydu yayınlardan seyredilen Türk filmlerinin ve TV kanallarının ortaya koydukları kalitelerinin birbirine olan farkları tartışılıyor,Yesilçam TV’nin konu edilecek bir kalitesi ise hiç bulunamıyor, bazı arkadaşlar Türkiye’den dönerken beraberinde getirdikleri DVD’lerdeki filmlerin güzelliğini ballandıra ballandıra anlattığından, birkaçımız, onları seyretmek ya da kopyalamak için sıra kapma yarışına giriyor, kağıtlar çekildiğinde ise, 6 takımın oyuncuları belirleniyor, oyunlar hemen başlıyor, dışarıda sıra bekleyenlerimiz, fena halde acılı ‘potato chips’ lerden yemeye başlıyor, spor tekrar konuşma konusu oluyor fakat araya Kuzey Kore’nin ateşle dansı giriyor, bir iki yorumdan sonra bu işin olacağına varacağı tahmin ediliyor, Avustralya’dakilerin ağız tadının giderek değiştiği ve bol acılı türden yiyeceklerin çokça satılır hale geldiği belirtiliyor ve CumaBriç’çiler olarak, bizim de, kırmızı şarap ile acılı ‘potato chips ‘ zevkimizde o yönde bir gelişme işaretlerinin görüldüğü de müşaade ediliyor. O arada konu zevklerden açılınca, Mustafa eski zamanların ruyasını anlatmaya başlıyor, 12 Eylül zamanında sinemalarin sex furyasını, Aydemir Akbaş ile Ahu Tuğba’yı, kaygan zeminli sinema salonlarının afişlerinden inmeyen iki yıldızını, seyircilerin araya giren parçalarda görünen zencilere karşi öfkesini de Mustafa bir bilirkişi edasıyla anlatıyor.

Oyunlar, uzun uzun oynanıyor, ortaya bir hareket katmak için, Ajda’dan plaklar çalınıyor, o arada, Tanju Okan’ın adını hatırlayabilmek için avuçlarımızdaki ateşden ve kulaklarımızdaki alevden medetler umuluyor, ve galiba üç beş sigara yaktıktan sonra nihayet murada eriliyor, bol acılı ‘potato chips’lerden hala birkaç tanesi kalmış, onlar da, bu arada ‘corn chips’lerle karıştırılıyor, bir önceki elde beş sanzatu ile çıkanlar, çekilen kontura rağmen kazanmış olmanın getirdiği haklı böbürlenme ile bir sigara yakıyorlar ve şaraplarını tazeliyorlar, üstüne üstlük, artık bulaşıkları, ilahı gelse, gene yıkattıramaz duygusunun iç rahatlığiyla acılı ‘potato chips’lerden yiyerek, oyundaki ustalıklarını enine boyuna anlatıyorlar, yani, masallah, 7 cihana karşı koyduk der gibi bir tavır sergiliyorlar.

Canı sıkılıp da oyunu kaybedenler, yeme stresine girerek, Turgut bey’in getirdiği kurabiyelere saldırıyorlar, ama galiba bu arada Turgut bey’in de bulaşık yıkama ihtimalinin büyüklüğü konuşuluyor ve oyunlar gittikçe daha bir kızışıyor, Tonguç ise bu işin kilit adamı olduğunu ispatlıyor, elindeki puanlar ile Ekrem’e ümit veriyor, Ekrem de gerçekci biri olduğundan bulaşıkların yıkanması konusunda kollarını sıvamaya başlıyor, saat gecenin neredeyse 2’si oluyor ve hayret konsolos Tutgut bey hala iki kere pas geçtiği halde, üçüncüsünde 3 sanzatu diyebiliyor, ve galiba kendisine, aldığı B vitaminleri fazla geliyor, buna rağmen ortağı başarı ile oyunu bitirdiğinden, Turgut bey, doktora tezi açıklar gibi, kendi yaptığı mantığı ortaya seriyor, böyle böyle zaman doluyor, herkes acıktığından konu yemeklere ve yemeklerin satıldığı marketlere geliyor, bu işin birinciliği Güven’e veriliyor, çünkü Helenika marketin Türk ürünü mallar sattığını herkes ondan öğreniyor, yarın ilk iş o markete uğramak olsun niyetiyle adresler alınıyor, yanlış anlamaya yer vermemek için de, Brisbane nehri bir sağa alınıyor, bir de sola, o durumda, nokta atışı yapar gibi belirleniyor Duncan sokagındaki Helenika.

Bizde konular çok, sıra geliyor Internet üzerinden yayın yapan radyolara, Erden diyor ki, Tıkla, Google’da ‘Radyo Alaturka’ ya. Bu sayade bütün Türkiye radyolarında yayınlar dinlenebiliyor, sabahtan akşama kadar o yayın hiç kapanmıyor, Türkiye bu konuda Avustralya’ya beş basar, özellikle de Broadband Internet’de Avustralya arkadan nal toplar.

Diyoruz ki, işçi parti hükümeti bu işe mutlaka el atmalı fakat 50 milyarlik harcama da bu işin faturası. Belli ki, bu konuda alınacak çok yol var, ama tabii, işin içinde bir yandan Broadband’e sahip olurken, diğer yandan elektrik şalterini indirerek, 8 hastayı öldürmek de var.

Bu işler, plan ve proje gerektiriyor, acil durumlarin yönetimi önceden belirlenmiş prosedürlerle işleyebiliyor. Simdi, Allah'ı var, Avustralya bu konularda oldukça başarılıdır. Her firma ve hastane haftada en az bir kez yangın alarmı testi yaptırır, ve umarım bizim 'Ilımlı Islam' cı iktidarımız da bir gün, bu konuyu ele alır.

Neyse ki, saat 3’de bütün oyunların oynanması bitiyor, üstüne son sigaralar da yakıldıktan sonra evlere doğru yol almanın vakti geliyor.

Bir CumaBric gecesi de böyle geçiyor. Bu da filmin sonunu getiriyor.

SON - THE END

Benden söylemesi, siz siz olun, bu filmin galasını asla kaçırmayın.

CumaBriç Editörü

GECEDEN ENSTANTENELER

Bence bu elin sahibi her kim ise hemen gidip bir lotto oynasin.
















Bu elin sahibi de, gelecek oyunda, başka sandalyeye otursun.
  

0 comments:

Post a Comment

 
Copyright © 2013. CUMA BRIC FORUM - Bu sitede yayinlanan hikayeler kopyalanamaz ve baska bir yerde izinsiz basilamaz.