Benim adım Barramundi
Hani bir önceki hikayenin sonuna doğru söylemiştim ya, gelecek sefere balık ve rakı ziyafeti çekmek için sözleştiğimizi...
işte bu akşam aynen o sözü hayata geçirmenin doyumsuz neşesini yaşadık
tam kadro olarak hep birlikte.
önce herhalde balıkçıdan başlamam gerekir bu hikayemize.
Adama dedim ki:
"Bana oyle bir balık ver ki, bu 14 kişilik bir balık olacak.
Akşamın
8'inden sabahın 3'une kadar sohbet edilip, içkili ve yemekli bir
toplantı yapılacak.
Balık hemen bitmesin haa, çünkü oynamaktan yorulan,
yeniden sofraya oturacak".
Adam şöyle bir bana baktı, sonra da sordu;
"Diğerleri de senin ebatlarda mı"?
Ben de cevap verdim:
"Evet, aynen öyledirler, çoluk çocuk değil, hepsi, aslan sütüyle beslenmisler".
"Tamam abi" dedi, kasaların birinden, buzlara gömülmüş duran koca bir barramundi çıkardı.
"Bu size yetmezse daha başka ne yeter benim aklım ermez" dedi.
Ben iki
kolumla taşıyabildiğim barramundi'nin kuyruk ve baş kısmını kafamda
kesip attım, geriye kalan vücut tarafını 14 kişiye kıyasladım. No'lur
no'lmaz deyip, yanına, üç lüfer ve yarı büyüklükte bir başka barramundi
daha alıp hepsini bir güzel sarmalattım.
Balıkçı Vietnam'lı idi,
anlıyacağın benim yarı cüssemdeydi, balıkları önce temizledi, sonra
paketledi.
Yüzünde gülücükler vardı. iyi satış yaptığı için mi gülüyordu, yoksa
benimle dalga mı geçiyordu, anlayamadım...
Fazla da aldırmadım, kendi kendime "herşey çok iyi olacak" dedim. Parayı
ödedim ve balıklarla dolu kasayı bir çekme arabaya yükledim.
Balıkçı tenbihlemişti bana iyice. "Barramundi fırında pişirilmekten
hoşlanır, ızgara yapıp da heba etme onu" diye. Ben de aynen bu tavsiyeye
uydum, Faruk'la telefonla konuştum. Konağın bahçesinde duran tuğla
fırını hazırlattım. Fırın deyip de geçmeyin ha, koca bir alamettir,
içinde orduya yetecek kadar ekmek pişirilir. Harıl harıl yandı mı,
lezzetli kokular ortalığa yayılır.
Balık, rakı öyle kuru kuru yenmez elbet, yanında da katmerli meze gerek.
Aldım koca bir deste dereotunu, onunla karıştırmak üzere de kaymaklı
yoğurdu.
Atladım arabaya, bastım gaza.
Farukgiller konağına vardığımda, Buddy başladı havlamaya.
Bahçeden geçtim, herzaman etrafinda oturduğumuz masaya doğru yöneldim.
Meğersem masa çoktan hazırlanmış bile, gözlerim yaşardı gördüklerim ile.
Beyazlı mavılı örtüler, inci gibi dizilmiş tabak ve peçeteler,
Ortada, gül destesi gibi özenle yerleştirilmiş lokanta kavunları ile yanında beyaz peynirler.
Heeyy bee, dedim.
Valla bu masanin ışıltısı uzaydan görünür.
Astronotların ağzı sulanacak,
iyi ki gökyüzü bu akşam, biraz bulutla örtülüdür.
Bu arada arkadaşlar da yavaş yavaş geldiler konağa, başladılar aynı benzer övgülerle konuşmaya.
Açtık kasayı, çıkardık balıkları.
Iri cüsseli Barramundi hemen büyük alkış aldı,
ama ikincisi ve üçüncüsü sadece okkalı bir oha' yı.
Biri dedi, "bu kadarına ne gerek vardı",
diğeri sözünü "Allah selamet versin"le noktaladı.
Ben dedim, siz sadece balığa bakıyorsunuz,,, Halbuki...
Ayıptır, etmeyin, masadaki mezelerin de hakkini verin...
Masaya yeni mezeler kondu, patlıcan ezmeleri, humuslar, favalar,
tatlılar, çörekler ve çoban salatalarıyla ve de marul yapraklarıyla
ortalığı Ronesans tablosu gibi bir görüntü kapladı. Rakılar hemen
açıldı, zaten açılmış olanlar da gırtlaktan aşağıya mideye boşaltıldı.
Kağıtlar çekildi, ortaklar
belirlendi, bütün ustalar bu sefer dengi dengine eşlendi.
Ilk takim oyunlarına başlarken, Barramundi'yi mumyalamak üzere ben ve Faruk kolları sıvadık,.
önce taze ıspanak ve fesleyen yapraklarını aliminyum kağıdın üstüne serdik,
onun üstüne limon dilimlerini serpiştirdik. Kara biberleri de alabildigine ekledik.
zeytin yağladık, tuzladık, iri cüsseyi bunların üstüne yatırdık.
Sonra aynı işlemi balığın üstte kalan yüzünde tekrarladık.
Temizlenmiş içini de fesleyen yaprakları ile doldurup, son bir defa tere yağ ile sıvazladık.
Sıra geldi, aliminyum ile sarıp sarmalamaya, 10 metresi anca yetti bir metre 15 santimlik balığa.
Neyse, attık balığı fırına,koyduk fazladan bir tuğlayı da, yastık gibi başının altına.
Yanında cayır cayır közlenmiş iri odunlar vardı, ortalama ateş 200 derece kadardı.
Bu iş burda biter dedik, kaldığımız yerden, rakılara devam ettik.
Efendim, hakikaten bu CumaBriç büyük ve nezih bir topluluk.
Allah nazardan saklasın, iyi de gürültücüler, konuştuklarını duymak ayrı bir ustalık ister.
Celal ve Güven, bu sorunu çözüverdi, başkalarına değil, birbirlerine laf yetiştirdi.
Laflar da çok ama çok kaliteliydi.
Atatürk'ün sofrası gibi, bütün konu memleket meseleleriydi.
Once dedik ki, yahu dış ülkelerde belirli başarılara imza atmış bilim insanları neden Türkiye'ye gittiklerinde
bildiklerini kendi memleketlerinin insanlarına aktarmak için yüzbinlerce kalorilik enerji sarfettikleri halde
kimseye yaranamazlar, etrafdakilerin hepsinden dişlanıp, adam yerine konmazlar. Bunlara dair örnekler sıraladık,
Türkiye'de bilimsel çalışma yapmanın mümkünatını bulamadık.
Tip Profesörü Bülent teker teker açıkladı, insanların çabalarının nasil karşılıksız kaldığını ve bunun
yarattığı hayal kırıklığını. Makina ve enerji işleri Profesorü Halim, buna aynen katıldı ve açıkladı çözümün neye dayandığını:
Avustralya'daki üniversiteler kendi yağları ile kavrulma derdinde, çünkü
hükümet yardımını üniversitelere kesti. E, no'lucak, bu durumda
üniversite ayakta kalabilmek için,
başarılı adamları içinde barındıracak. Herkes ortaya yaptığı çalışmaları
döküp, kendi performansını ispatlamak zorunda kalır,
bunu yapamayan da, kendini kapının dışında bulur. Oyle, üniversiteye
kapağı atmakla, yan gelip yatmakla bilim
olmuyor, bilimsel çabanın içinde olmak da iş birliği ve araştırma
gerektiriyor. Böyle böyle, bilim insanlari birlkte
ortak çalışmalar ile başarılara imza ativerir, iş çevreleri ile anlaşıp
teknoloji üretir ve geliştirir. Bunları yapmak
Türkiye'de mükün değil, çünkü bu zahmetler kimsenin umurunda değil.
Kendimden örnek vereyim. Ben profesor değilim, hasbel kader bir mühendisim. Bu yaşıma geldim, çalıştığım
şirkette son iki senede, tam 12 meslek imtihana girip mühendislik bilgilerimi tazeledim. Elde ettiğim sertifikalar
ile ancak müsterinin karşısına çıkabildim. Yani, işin kısacası, bu belge yoksa Avustralya'da müşteri seni görmek
bile istemiyor. Diploma aldım demek, züğürt tesellisi, aradan geçmiş otuz sene, diplomayı kim ipler ki...
Teknoloji hergün yenileniyor, bilgiler de yeniden gözden geçirilmeyi bekliyor.
Simdi bir de bunun Universite ortamında yapıldığını düşünün. Eğer, belirli kürsüyü işgal etmiş doçentler,
profesörler kendi bilimselliklerini, ortaya koydukları yeni çalışmalarla ispatlayamazlarsa, o makamı işgal etmeleri
abes kaçar. Bu çalışmaların içinde bulunmaları için ortamın buna musait olması gerekir. Aksi taktirde, hepsi
aşırı bir rehavete kapılır, yeni bilgi ile gelenleri de kendi varlığına düşman ve tehdit olarak görür.
Yalnızlığa itilen idealistler ise "Ne haliniz varsa görün" deyip, eyvallahı çekiverir.
Bu ne yazıkki hep böyle olmuştur. Tehdit olarak görülenler ya Nurcu
olmakla ya da Kemalist olmakla suçlanıp
türlü çamurlara maruz kalmıştır. Kimse ortaya koyduğu fikir ve
çalışmaları ile değerlendirilmez, sadece damgalanır ve
fislenirler..Böyle böyle, ortalık çoraklaşır, bugün kendi iktidarini
kuran dün kendi çektiklerini bugün başkalarına çektirir. Bu
kısır döngü yıllar boyu böyle süre gelir. Cözümü nedir bilinir de
kimsenin işine gelmez, çünkü herkes bu
yerleşik düzenden bir kaymak yemektedir.
Bu sorun tabii ki, toplumun ruhuna işlemiş, onu tortulaştırmış, herkes kendini haklı bulup, diğerlerini karalamış.
Bu alışkanlık siyasetin de ana malzemesi olmuş. Genellemeler yaparak, insanları ve üyesi bulundukları toplumu kötülemek
alkış toplamış. Ortak fikrimiz odur ki, Hitler ve naziler soykırım yaptı diye bütün Alman ulusunu soykırımcı olarak karalamak
nasıl mümkün değilse, aynı şekilde 44 kişiyi katleden çapulcu kürtlere bakarak bütün kürtleri katliamcı görmek de neyimize .
Bu tür konuları sütunlarında tartışan gazetecılerin birbirleri ile yaptıkları laf dalaşından bahsettik. Kimilerine hak verip,
kimilerini yerdik.
Sonra, başladık liberalliğin iyi taraflarına, özgürlükler ve kişi
haklarına saygının gerekliliğini tartışmaya. Her ne kadar liberaller
bugünlerde Türkiye'de ülke gerçeklerini görmeden, ütopik bir yaklaşımla
siyasi tavırlar ortaya koyuyorlar diye eleştiriliyorlarsa da, liberallik
kendi özünde, çok medeni ve özgürlükleri savunan bir dünya görüşü.
Bırakın, isteyen istediğini söylesin, bundan zarar gelmez, mantıklı yanı
varsa, ilgi görür, belki de yeni bir
değişimin yolu açılır. Bu dünyada hiçbirsey değişmez değildir, herşey
sürekli bir değisim içindedir ve bu değişimin
önünde durmak, o değişim, insanin gelişimine zararsız olduğu sürece
anlamsız hale gelir. Boşuna çaba demektir.
Bakın buna dayalı olarak şöyle demekde sakınca görmedik:
Siz hiç, alkollü içki satışından dolayı cinayet işleyen insanların haber
konusu olduğunu gördünüz mü.? Içki heryerde satılıyor, isteyen de
gidip, istediği kadar alabiliyor. Gerçi, alkolü aldıktan sonra bazı
sorunlar çıkaranlar oluyor ama bunlar kendini bilmeyenler. öyle ya da
böyle, zaten hır gür çıkarmak onlar için zor değil. Alkollü içkilerin
satışının serbest oluşu gibi, bazı ülkelerde de esrar ve benzeri
şeylerin satışı serbest bırakıldı.
Bu ülkelerin kendi insanlarını zehirleme yarışında olduğunu iddia etmek
mümkün değil. Onların yaptıkları esrar satışlarını kanun dışı olmaktan
çıkarmak ve bundan kanunsuz zenginlik yaratmaya çalışanları önlemek.
Sonuçta da esrarı içen içer, içmeyen içmez, ölenler olursa da , kalan
sağlar bizimdir diyerek işi olacağına vardırmak da mümkündür. Bu da bir
görüştür ve üzerinde tartışmak gereksiz değildir dedik. Rakıları
demlemeye devam ettik. Mezeler de maşallah iyi hazırlanmışlar ve
yapanlar, lezzetlere lezzet katmışlar. Sırayla herbirinden
yedik.
Biz Barramundi'yi mumyalayıp fırına koyduk ya, iki buçuk saat boyunca
orada tuttuktan sonra, çıkarıp, masaya yatırdık ve ülkemizi ziyarete
gelmiş Kevin Costnar gibi boylu boyunca pozlar verdirerek, dakikalarca
fotoğrafladık.
Hey baba hey... Ula bu nedir..?
Ula bunun adi Barramundi....
Uy daaa, Ula şimdi, biz mi onu yutayruz, yoksa o mu bizi..?
Gel beyim ,gel.. geeelll...
Uzat tabağını.. aman dikkat, mezeyle karışmasın, kenara çekiver...
Faruk, balığı kesti bir güzel, yaptığı servis de, yani, övülmeye değer.
Bir aldık, iki aldık, tabağı etle doldurduk, o mezeyi koyduk, bunu
kaşıkladık, zeytinyağlı yoğurtla bol dere otu ve "baby capers" şahane
bir karışım oluşturmuş, onu da hepsinin üstüne cilaladık.
Rakıları havalarda tokuşturduk, Ahmet Kaya'nın parçalarında kederlere boğulduk, efkar dağıttık,
Zaten Ahmet Kaya olmasaydı, bu geceyi tarihe yazamazdık,
Bu balık yetmedi gibi geldi gözümüze, yenilerini sürdük fırına tepsiyle.
Açıkta bıraktık kıtır kıtır kıvamını bulsun diye... Onlar bir köşede
pişe dursunlar biz gelelim gecenin esas meselesine:
Dedikki, yabancılar Türkiye'ye gittiğinde, onları ilk şaşırtan şey nedir..?
Tecrübeli olanlarımız, kendilerine söyleneni aynen aktardılar; Atatürk
heykellerinin bolluğudur dediler. Avrupalılara böyle şeyler pek anlam
ifade etmiyor, çünkü heykel daha çok kendini matah bir şey sanan
Saddam gibi yandan çarklı lider bozuntularının iktidarını simgeliyor.
Hiç heykel olmasın demedik, heykel yapıp her meydana dikmenin anlamı
nedir dedik. Ortak görüşe vardık; liderler heykelleri ile bilinmezler
demokrasisi güçlü ülkelerde,. ve bunu okuyacak "kemalist milliyetçi"
lerin de bize küfredeceğini bile bile.
Her olaya Atatürkçülük ve Kemalist düşünce açısıyla bakmanın artık gına
getirdiğini ve bugünkü çağda kendi kendimize Atatürk olmadan da yetmemiz
gerektiğini üstüne basa basa, ifade ettik. Atatürk pragmatik bir
liderdi dedik, günün şartlarını kendine göre kullanmasını bilen bir
liderdi ve inandığı
yolda sonuna kadar da gitti dedik. Velakin artık onun geride kaldığını
bugünün ise yeni kavramlar ve anlayışlar dayattığını, Atatürk ve
Kemalizm elbisesinin artık Türkiye'ye dar geldiğini, bize öğretilen
"resmi tarih" ile
kafalarımızın şartlandırıldığını, gençliğimizde bunu göremediğimizi, ama
artık,Avrupa hukukunun bir benzeri ile yönetilen ülkeden bakınca,
Türkiye'deki rejimin çok farklı göründüğünü ve Cumhuriyet öncesi
Osmanlı'ya tu-kaka deyip geçemeyecegimizi, Cünkü aynen Mahir Kaynak'ın
ifade ettiği üzere aslında Atatürk, Ismet Inönü ve
arkadaşlarının Osmanlı paşaları olup, Osmanlı derin devletini temsil
ettiklerini, Osmanlı'nın o fakir düştüğü dönemlerde bile üniversite ve
eğitim çalışmaları ile Cumhuriyetin önüne geçtiğini, Osmanlı'nın
hakkının
yenmemesi gerektiğini, Atatürk'ün Samsun'a ayak basmadan önceki dönemde
neler olduğunu, Padişah ve Atatürk arasında ne gibi alışverişlerin
hesabının yapıldığını bilemediğimizi, sanki gökten zembille düşmüş gibi
Atatürk'ün 19 Mayis 1919'da Samsun'a ayak basışının Türk Miladı olarak
kabul edildıgini, aynen öyle kafamıza kazıldığını iddia ettik. Hatta
bununla da kalmadık Tarihimiz hakkında cahilliğimizi de itiraf ettik,
bunca yıldır, çok kitap okuduk, anlatılanları dinledik, ve ezberledik
ama nedense tarihsel olaylardaki boşlukları dolduramadık.
Eksiklikler çoktu ve gözler önüne serilmeyi bekliyordu. Mesela Tanzimat
ve Meşrutiyetle birlikte yapılmak istenenlerin önemini
değerlendiremedik, Osmanlı'yı delilerin sultanlığı olarak belledik.
Simdi artık, yavaş yavaş, kendimizi eğrisiyle doğrusuyla
değerlendirmemizin zamanı geldi dedik. Ne Atatürkçülüğün ne de
Osmanlı''lığın etkisinde kalmadan bir matematiksel analiz çalışması
yapmanın özentisi ile kolları sıvayıp tarihimizi yeniden araştırmalıyız
dedik ve bu konudaki çalışmaların takdire değer olduğunu vurguladık.
Bize anlatılanlar ile değil, araştımalarımızın sonunda bulduklarımızla,
tarihimizdeki olayları yeniden ele almamızda
fayda vardır dedik. Belki bazı noktalar hoşumuza gitmeyecektir, fakat
her karşı iddianin da araştırılıp ele alınması
zorunludur dedik örnek olarak da şunu söyledik; Serbest Fırka'nın
kurucuları Atatürk'ün yakın arkadaşlarıydı
ve hatta bazılarını Atatürk kendisi partiyi kurmakla görevlendirmişti.
Ama bu parti halkın gözünde değer bulunca
neden yöneticileri hainlikle yargılanıp idam edildi ya da sürgüne
gönderildi, bütün bunlar araştırılması gereken noktalardan biriydi.
Dedikki, Türkiye'de liberal aydınlar bu konuları sık sık gündeme getirip
yeni bir değişimi
başlatmak istiyorlar, ama çoğu zaman da, "ülke gerçeklerini" (her neyse
onlar) görmeden, ütopik bir yaklaşım içinde olmakla suçlanıyorlar.
Serdar Turgut bunlara "Liboş" diyor, yani kanımca, özgürlükçü aydınları
tatlı su liberalleri olmakla itham edip, küçümsüyor.
Velakin benim kişisel olarak anlayamadıklarımdan biri de şu: Eğer
Liberaller herkese özgürlükler istiyorlarsa
neden TSK'nın basın toplantıları ile yaptıkları açıklamalara sırt
çeviriyorlar ve bunu demokrasiye uygun olmamakla bir görüyorlar. Madem
herkese özgürlük vermek Liberallerin ideali, neden askerin konuşma
özgürlüğü olmasın ki..? O liberallerin istedikleri özgürlükler yoksa
belli bazı kişi ve zümrelere mi verilmeli..? Asker konuşursa ne zararı
olur..? Eline silah alıp, kafalarına mı dayıyorlar da bundan demokrasi
adına üzüntü duyulur..?
Bütün bunları söylemek istedim tartışmalar devam etsin diye fakat
ortalık çok bir gürültülü olmaya başladı, birbirimizi duymak
zorlaşmıştı. Rakı kadehleri de bı orda, bir burda tokuşturuldukca ve
üstüne bir de sigaralar yakılınca, ipin ucu iyice kaçtı, meğersem bugün
Ibrahim'in doğum günüymüş, onu duyunca içimizi doğum gününü kutlama
telaşı sardı, Celal, Ekrem'e uzattı, Ekrem de iyi kabarmış bir kekin
üstüne bastırdı, ipince bir
sigara mum yerine kullanıldı, Ibrahim nazlana nazlana muma üfledi, o
yetmedi, ikinci ve üçüncüyü denedi, bu arada flaşlar patladı,
yüzündeki gülücükler Kevin Costnar'dan daha klasdı.
Yani, şimdi bu kadar yemekli, içkili, sazlı sözlü bir geceden sonra
kalkıp da kim iyi oynadı, kim oyunu batırdı, kim rekor kırarken kimler
birbirini azarladı, bulaşıklar kime kaldı...bunları burada sıralamamin
bir anlamı yok.
Bu seferki gecede çokça sohbet ve neşe vardı.. Birazcık da oyunlara
dalındı..
Zaman geldi gecenin sonuna doğru Briç'i bırakıp "Ohel" oynadık, ve bir
daha oynamamak için de özel tutanak tuttuk.
Ozetle söyleyecek olursak, dört dörtluk bir gece yaşandı
Herşey çok güzeldi, keyifler çakirdi,
CumaBriç'in ateşi yine bütün gönülleri sarmıştı..
Bu seferlik bu kadar... Gelecek Briç gecesine bakalim, mevlam neler gösterecek ...
CumaBriç Editörü
GECEDEN ENSTANTENELER
Bunun adı Barramundi,
Ula şimdi, biz mi onu yutayruz, yoksa o mu bizi..?
Rakılar rakılar... çeşit çeşit, boy boy, sıralanmışlar
Dikkat..! Fotograf çekilecektiiiiiirrr... çeekk..!
Buralarda bir plastik biçak olacakti ama.. acaba balik mi yuttu nedir..?
önemli uyari...
Aşagidaki fotograf bazılarına "ofensiv" gelebilir
Bu gördügünüz sadece bir başlangıç
Isınma turlarının basladıgı an.
Astronotları da imrendirdik iyice yani...
Bu dünyada n'oldum değil... N'olacam diyeceksin...
Haydi beyler, koşun... Dumanı tütüyor.. Dumanı...
Buyrun, tabagını kapan, alsın sırasını...
barramundi, omurgalılardandır,
galiba yüzde 25 genimiz onlarla aynıdır.
Erden, Barramundinin hakkını veriyor.
Bosver, beyler oynasinlar, biz raki tokusturmaya devam edelim...
Ne şambabadir, Ne de şambali.. şekerparedir tepsinin icindeki..
Esrardan söz ettik ama, esrar falan da icmedik, 2001 sigarası ile kendimize geldik.
Konfüçyus derki:
Eyy çekirgeee... Tatlıların en iyisi şekerparedirrr,
şekerpare ile doğum gününü kutlamak, herkese kısmet değildirrr.!
Aslinda, rakılar ikiye ayrilirlar..
Icilmis rakılar ve icilmeyi bekleyen rakılar
Bu gordukleriniz de, icilmis rakılarin şişeleridirler.
CumaBriç'in ateşi olimpiyat ateşi gibidir, Sönerse, işimiz bitti demektir.
0 comments:
Post a Comment