TOPLANTISINA KATILAMADIĞIM CUMABRiÇ GECESiNiN HiKAYESi
Geçtiğimiz Mayıs ayın'ın 28nci günü, benim Avustralya'ya gelişimin yirminci yılına işaret ediyordu.
26 Mayıs 1989’da, gece yarısından az önce, Istanbul'dan ayrılmış ve 28 Mayıs sabahı Avustralya'da Brisbane havaalanına inmiştim.
Bana
Türkiye'den çok uzaklara değil, ama dünyanın ta öbür ucuna uçtuğum
hissini verdiren bu uzun uçak yolculuğumda zamanımı, habersizce akıp
giden ilk bir-iki saatin ardından, renkli renkli çeşitli dergileri ve
yabancı gazeteleri okuyarak,
rahatlıkla ayaklarımı uzatıp içine gömüldüğüm koltukta, gözümü kırpmadan
loş ışıklar altında saatlerce kulaklığımdan gelen müzik ve haber
yayınlarını dinleyerek, arasıra pencereden baktığımda, denk gelirse,
kilometrelerce altımızda, birden kendini belli eden ve asla bilmediğim,
belki de hiç bilemeyeceğim şehirlerin binlerce yıldızı andıran
ışıklarına, herbiri yavaş yavaş, eriyip yok oldukları ana kadar uzun
uzun gözlerimi dikerek, Melanie Griffit ve Harrison Ford'un rol
aldıkları "Working Girl" filmini, o uçağın içinde "first class" ın
bulunduğu bölümü bizimkinden ayıran duvarın üstüne monte edilmiş geniş
sinema ekranında bir değil, iki kere seyrederek,
Çin'li
olduklarını tahmin ettiğim ve kendilerine verilen tek battaniye ile
yetinmeyip, ikinci ve üçüncüsünü isteyen, sonra bunları hem başına
yastık yapmak için, hem de ayaklarını örtmek için kullanan insanların
pişkinliklerini seyrederek, uçaktaki her koltuğun dolu olmamasını fırsat
bilenlerin, yerlerini değiştirip, yeni yerlerinde en rahat
pozisyonlarını alışlarına şahit olarak, koridorda ikide bir gelip geçen,
aceleyle nereye gidip nereden geldiklerini kestiremediğim kadın ve
çocukların seslerine kulak kabartarak, o aynı sinema ekranında uçuş
sırasında hangi ülkenin hangi bölgesinden geçtiğimizi gösteren haritaya
ve üstüne oturtulan uçak resmine manasızca uzun süreler bakarak, şirin
ve ay yüzlü, narin vücutlu, sevecen Singapur'lu hostes kızları
çaktırmadan göz ucuyla süzerek, yeri geldiğinde de takınabileceğim en
kibar halimle "Red Wine Please" ya da "Coffee Please" deyip onlara
modernlik taslayarak, fakat ne içtiğim şarapta ne de kahvede aradığım
lezzeti bulamayarak, arasıra farkında olmadan uyuyup kalışımı, ancak bir
uğultu ile uyandıktan sonra farkederek, tekrar camdan dışarı bakıp
güneşin ilk ışıklarını yakalamaya çalışarak, Avustralya hakkında
düşünerek, hayal ederek, Singapur'da Changi havaalanında saatlerce mola
vererek, geride biraktığım aile fertlerine ve arkadaşlarıma posta
kartları yollayarak, dükkanlarında gördüğüm Türk malı lokum paketlerine
ve Paşabahçe damgalı cam bardak ve eşyalarına hayretle bakarak,
havaalanının büyüleyici iç dekorasyonuna ve yürürken içine gömüldüğüm
yumuşak halılarının kalitesine hayretler ederek, otel lobisini andıracak
şekilde, rahat koltuklarla döşeli geniş bekleme salonlarında
yorgunluğumu üstümden atarak, hemen her yerinde kendini belli eden huzur
verici sakinliğine, sessizliğine ve aşırı temizliğine saygı duyarak,
yolculuğumun ikinci yarısında, okumak için aldığım Time dergisinin
sayfalarına gömülüp, görenlerin beni Ingiliz ya da Amerika'lı
sandiklarını düşünerek, bu sefer sayıları azalmış diğer yolcular ile
birlikte uçuşun ikinci ayağına başlayarak, Avustralya'ya yaklaştıkça
kıtayı görme merakımdan pencereden uzun uzun aşağıları seyrederek,
uçakta ikram edilen ve hiç de alışık olmadığım yemekleri yememe rağmen,
saatler sonra, hala daha, mide krampları yaşamamış olmamdan ötürü
Allah'a şükrederek, tuvalet kabinlerinden birinde uçağın Brisbane'a
inişinden bir saat öncesinde, iyice uzamış sakalımı traş ederek ama
kullanmadan önce o kabininin önünde sıra kapmak için uzun uzun
bekleyerek, aynada kendimi gördüğümde yüzüme düşmüş yorgunluk ifadesini
atmak için yüzümü kolonyalı mendil ile iyice silerek ve sonra tekrar
koltuğuma dönüp, uçağın ineceği anı sabırsızlıkla, bekleyerek geçirdim.
Uçak Brisbane havaalanına indiğinde uzun zaman içinde bekletildik.
İnişimizin hemen sonrasında, uçağın içinde, bütün yolcuların üzerine
sıkılan ilaçlı sprey ile daha sonra gümrükten geçerken yetkililere
vermek üzere doldurmamız için ellerimize tutuşturulan göçmen formları
yolcular olarak hepimizi belirsiz bir telaşa sürüklemiş ve alıcısını
bekleyen esirler gibi, hepimizi, aynı kaderi paylaşan insanlara
dönüştürmüştü. Birkaç dakika sonra hostesler birden ortadan
kaybolmuşlar, uçağın içindeki sessizlikde, herkes, birbiri ile
konuşmadan, sadece, dikkatle pencerelere doğru kafalarını uzatıp,
dışarıda kendi meraklarına cevap olabilecek birşeyler bulmaya
çalışmıştı. Kendimi o an, Hollywood filmlerinde gördüğüm şekli ile,
yüzyılın ilk başlarında gemilerle Amerika'ya göç eden Avrupa'lı
göçmenlerden biri gibi hissettiğimi unutamam.
Bu ilk adımımın üstünden yirmi yıllık bir zamanım akıp gitti kıtada.
Geriye dönüp baktığımda, doğru bir karar verdiğimizi söyleyebilirim.
Benden birkaç ay sonra Avustralya'ya gelen karımla kendimize yeni bir
hayat kurmak için elverişli şartlara sahip olduğumuzu düşünüyorduk.
Elimizdeki meslekler ve Batı kültürüne olan yatkınlığımız bize bu
cesareti verminşti. Diğer yandan, Avustralya'lıların dış ülkelerden
gelen göçmenlere karşı gösterdikleri iyi niyet ve onları kabullenmeci
tavırları bizim gibilerin çabalarını çok kolaylaştırdı. Avustralya bu
yanı ile övülmeye layık bir ülke. Cok kültürlü olmak uğruna,
Avustralya'lıların kendileri bile, ulusal günlerini kutlarken, bu tür
"uluscu" gösterilerin yapılması, toplumun diğer yüzde yüz Avustralya'lı
olmayan kesimi üzerinde acaba itici (ya da dışlanmışlık hissi
uyandıracak) bir etki yaratır mı tartışmasını bile gündeme
getirebiliyorlardı.
Türkiye bir gün kendi toplumsal barışını kurabilir mi bilemiyorum.
Kurmaya niyetli olur mu, onu da düşünmek istemiyorum. Türkiye'yi
düşünmek bana ve benim gibi düşünen kafadengi dostlarıma yorgunluk
veriyor. Hangi siyasi görüş ve anlayışda olmalarına bakmaksızın,
Türkiye'deki "yetkili ve etkili" kişilerin "aziz milletimiz" için, neyin
iyi, neyin faydalı olacağına dair kararlarını verirlerken ortaya
koydukları hesaplamalarda terslikler olsa gerek; yıllar önce gazetelerin
sütunlarını kaplayan ve benim şimdi Orhan Pamuk'un "Istanbul" adlı
kitabından alıntı yaparak buraya ilave edeceğim şu samimi yakınmaların
hepsi, geçerliliklerini aynen bugün de sürdürmektedirler:
"Sokaklarda, meydanlarda aklımıza estiği, içimizden geldiği gibi değil,
Batı'da olduğu gibi trafik kurallarına riayet ederek yürümek bizi bu
sokak kargaşasından kurtaracak. Ama bu, trafik kurallarını bu şehirde
bilen kaç kişi var dersiniz, o ayrı mesele..." (1949)
"Dün kar yağdı diye ne tramvaya önden binmek, ne büyüklere saygı...
Zaten kimsenin bilmediği şehir adabının unutulduğunu esef ederek hep
görüyoruz." (1927)
"Vapurdan veya herhangi bir vasıtadan ilk çıkmak merakının bizde ne
kadar ilerlemiş olduğunu bilince, vapur daha Haydarpaşa'ya yanaşmadan
atlayanları, ne kadar "ilk çıkan eşek" diye de bağırsak durdurmaya imkan
yoktur" (1910)
Bu yakınmalarda günlük yaşama bir nebze olsun sanatsı bir intizam,
insani bir değer katma arzusunun umutsuz haykırışları vardı. Yıllar önce
o yakınmaları kaleme alan insanların torunu yaşındaki bizler de, şimdi,
sanki bu yakınmalar hiç yapılmamışcasına, bu umutsuzlukların
aynılarını, daha büyük yoğunluklarla, tekrarlayıp, bizim çocuğumuz
yaşdakilere seslenmeye çalışıyoruz.
Yıllar önce Milliyet gazetesindeki yazı köşesinde, yetmişli yılların
ortalarında, Haldun Taner de Türkiye'de insanların içinde bulundukları
fakirliğin ve yaşadıkları felaketlerin sebeblerini, kimsenin günluk
yaşamda matematiğe gerekli önemi vermemesine bağlıyordu.
Bugün bile, gazetelerde "Ekonomiye öncelik vermek kismî karşıdevrimdir"
iddiasındaki demeçlerini okuduğumuz profesorlerin varlığı, kendimiz için
neyin hayırlı olduğunu bilmek konusunda, toplumca sergilediğimiz
bilimdışılığın, memur zihniyetinin bir ürünüdür.
Türkler, Osmanlı'dan beri, yaptıkları modernleşme ve Batı’lılaşma
çabalarında ne Batı’lı (Akılcı) olabilmenin hakkını verebildiler, ne de
Doğu’nun mistik geçmişinin yarattığı çekim alanından kendilerini
kurtarabildiler. Doğu ile Batı’yı birleştiren bir kültürü yansıttıkları
iddia edilen Türkler, televizyonlarında Selimiye camiinden yapılan
mevlut kandili yayınlarında huşu ile secdeye kapandıktan sonra,
kendileri için ne anlam ifade ettiği anlaşılmayan, dili ve müziğiyle
kendisine tamamen yabancı duran SanRemo müzik festivalleriyle de
eğlenmeye çalıştılar.
Devleti yöneten bürokrasinin, iktidar partilerinin, muhalefet
partilerinin bir araya gelip de ortak bir Batı ve Doğu anlayışının
boyutlarını ortaya serememiş olmaları, devleti ve halkı birbirinden ayrı
kutuplara itti. 1930’larda, rejim Cumhuriyet ile birlikte değisiyordu
fakat, milletin kendisi hala aynıydı. Dindarlar, dindar olduklari için
değil, fakat dine dayalı öfkeleriyle birgün, laiklerin dünyasını
karartacakları endişesinden dolayı laik bürokrasinin korkulu rüyasi
oldular hep. Birbirlerine yabancı iki dünya, iki kültür, iki ayri yaşam
tarzı gün ve gün kendi içinde boy atıp, kendini yeniden üretti.
Cumhuriyet'in ilanından bu yana geçen 85 yılın sonunda, bugün gelinen
noktada, bu iki kutup birbirlerini yeni yeni anlamaya başlıyorlar.
AKP'nin yüzde 47 oy almasını mümkün kılan şey iktidarı ile milletinin
ilk defa Demokrat Parti'den sonra bir ortak değerler bütününde birleşme
ihtimalidir. Bu muhafazakar bir bütünleşmedir ve uzun yıllar devam
edeceği tahmini de yabana atılır türden değildir.
Bence, sorulması gereken sorular bugün şunlardır: Acaba bu yeni iktidar,
elindeki gücü ile yukarıda sıraladığımız türden yakınmaları sona
erdirip, toplumun kendisine bir intizam getirmeye, onun günlük
yaşantısına matematik ile inancın harmonisini katmaya, kendisi ile
barışık olduğu kadar "diğerleri" ile de barışık olmasını sağlamaya
yönelik sosysal ve siyasal düzenlemelere girişecek mi?
Osmanlı kültürüne hayran bu iktidarın Osmanlı'nın yapmadığı bir şeyi;
kendi kültürünün kimliğini kabul ettirme çabasını gösterecek mi? Osmanlı
deyince ne anlıyoruz, ne gibi bir kimlik kafamızda canlanıyor?
Diyebilir miyiz ki, Osmanlı'daki bu kimliksizliğin yarattığı boşluk,
genç Cumhuriyet'in mutlaka oluşturmaya çalıştığı Türk kimliği ile
doldurulmaya çalışıldı. Türk kimliksiz bir Osmanlı türü devlet
yapılanması ne kadar başarılı olacaktır?
Bugün Avustralya'da, dünyanin hemen her ülkesinden gelen, binlerce,
yüzbinlerce göçmen vardır. 2007'den 2009'a iki yıllık sürede 370 bin
artış gösteren nüfusunun ancak 120 bin kadarı bebek doğumları ile
olurken, geriye kalan 250 bin'i son iki yılda dışarıdan gelen
göçmenlerin nüfusundan ibarettir. Avustralya'da hakim kimlik
Avustralya'lı kimliktir ve hükümetler bu nedenle, ulusal günlerini ya
kriket maçı seyrederek, ya da mangallı, BBQ'lu pikniklere giderek
geçiren, bu halleriyle, pek de ulusal'cılığı dert edinmediğini
sergileyen insanlara, ancak Anzak günü gibi özel tarihi değere sahip
olan ve ulusal kimliği gerçekten ön plana çıkaran zamanlarda
Avustralya'lı olmayı hatırlatmaktadırlar. Bu her partinin, hükümetin
milli bir politika olarak kabul ettiği bir durumdur. Bunun dışında, her
etnik grubun sayıları yeterli ise bir radyo ya da televizyon yayını
vardır, çıkardıkları gazeteleri vardır, kendi dillerinde eğitim yapan
okulları vardır, senede bir kutlanan festivalleri vardır (üstelik
bunları yerel eyalet hükümetleri de parasal yardımlar yaparak
destekler), müslümanı vardır, budisti vardır, hindusu vardır, yahudisi
vardır, camisi vardır, sinogogu vardır, kilisesi vardır, istediği dini
inancını uygulama özgürlüğü vardır, fakat bunların hepsinin üstünde bir
Avustralya kimliği yer alır. O bir şemsiye gibi insanları etnik
kökenlerinden ayırmadan, Avustralya’lı olmakla bir tutar. Hükümetler
değişince, devlet dairelerinde çalışanlar, bürokratlar, görevliler
"eyvah bize şimdi ne olur" kaygusunu yaşamaz, çünkü böyle bir şey
şimdiye kadar olmadığı gibi, olmayacaktır da. Benim birkaç sene önce
sözleşmeli olarak çalıştığım devlet dairelerinde göreve yeni başlayan
hükümetin bakanları emri altındaki kuruluşlara bildiriler göndererek,
kim olursa olsun herkesin, sahip oldukları makamları aynen koruyacakları
konusunda teminatlar vermişlerdi. Benzer bir durumu Türkiye yapabilir
mi.? Yoksa, "Türkiye'nin özel durumları söz konusudur" edebiyatına
girişerek, kendi içimizdeki ayrılığa devam mı edeceğiz.
Bana kalırsa bütün bu sorulara cevap bulmaya çalışırken gelinen
noktalarda, ne Osmanlı'nın ne de Cumhuriyet'in modernleşme çabaları ile
ortaya koyduğu politikaları küçümseyerek hafife almak mümkün olacaktır.
Her ikisini de, birbirinin karşıtı değil, fakat birbirinin
bütünleyicisi, birbirinin ikizi gibi görmekde fayda olduğunu
düşünüyorum. Ne Osmanlı'yı yükseltirken Cumhuriyet'i yermek, ne
Cumhuriyete övgüler sıralarken, Osmanlı'yı tarihden silmek, ne de her
ikisini boşlayıp yeni bir düzen için, bilmemkaçıncı Cumhuriyeti kurmayı
denemek bize bir çıkış yolu gösterir. Eğer kurulmasını istediğimiz bir
yeni düzen mümkünse bu hem dini değerler üzerinde hem de aklın yol
göstericiliğini kabul etmiş pozitivist bilimler üzerinde inşa edilmiş
olacaktır. Topluma biçim vermek için bu iki olgunun birlikteliği nasıl
sağlanır onun çabası içinde olmalı Türkiye'de aydınlar.
Çeşitli tarihi araştırmalardan anlıyoruz ki, Cumhuriyetin Osmanlı kültür
yapısını unutturmaya gücü yetmemiştir, çünkü kendi kadroları da Osmanlı
kültürünün bir parçası durumundadır. Sapka takmakla, alfabeyi
değiştirmekle millet görüntüsünü değiştirse de, aklında olanı
değiştirmemiştir, Fırsatını bulduğu her seçimde tercihini Osmanlı
değerleri üzerine politika yapan partilere yöneltmiştir. Cumhuriyetin
kurucusunun Osmanlı’yı unutturma çabalarının yanlış olduğunu kabul
etmemiz gerekir. Cumhuriyet'i kuran Osmanlı paşalarıdır, askerlerdir.
Halk ise asker bürokrasinin varlığını sürdürebilmek için kendi elitini
yaratmasından hoşnut olmamıştır. Onu kendisine baskı yapan bir sınıf
olarak görmüş ve bu baskılardan kurtulmak için liberal görüşleri savunan
partileri başa getirmiştir. Cumhuriyetin kurucu partisi ise önceliği
ekonomi, ticaret, finans gibi zenginliği artırıcı alanlara verememiş,
onun yerine halkdan gelebilecek dini ağırlıklı karşı duruşları
göğüsleyebilmek için kendi bürokrasisininden bir sınıf yaratmış ve
askeri güce sırtını dayamıştır. Atatürk’ün kendisi bu durumu şöyle dile
getirmiştir: "Sonunda gelecek kuşaklar bizim için şöyle diyeceklerdir;
Iyi niyetli insanlardı, fakat iktisat bilmiyorlardı". Eğer yakın
tarihimiz bu halk ile bürokratik rejimin, yani bu iki büyük gücün
birbirine karşı, karşılıklı olarak kozlarını denedikleri bir arena ise, o
zaman bu iki gücün birliğinden doğabilecek bir yeni devasa gücün
varlığını hayal edebiliyor musunuz? Onun önünde durabilecek bir karşı
güç kalabilir mi?
Türkiye'de aydınlar birbirlerine ok atmayı durdurup, tarihsel
görevlerinin bilinci içinde birbirlerine dostluk eli uzatmalıdırlar.
Eğer laik, Cumhuriyetçi bir aydınsanız, o taktirde akılcı bir yaklaşım
sergileyin ve bükemediğiniz eli öpün; dindar aydınlarla bir araya gelip
herkese eşit mesafede duran, Demokratik bir toplumun kurulmasını
sağlayın. Yok eğer dindar ve Osmanli kültürünü benimseyen bir
aydınsanız, sırf dine dayalı bir medeniyetin uzun seneler devam
edemediğini biliyorsunuz demektir; akılcılığı da Cumhuriyetçi aydınlara
bırakın ve Türkiye'nin (ya da yeni Osmanlı'nın) bölgesinin efendisi
olmasına katkıda bulunun.
Batı’cıların ve dindarların, ya da akılcıların ve imancıların kendi
bünyelerinden çıkardıkları değerlerle yetinmeyip, "karşı" tarafın da
değerlerini bilip tanıması gerekir. Bu karşılıklı saygı ve iyi niyetin
ilk adımıdır. Madem milli bir devletimiz var, bu devleti yaratan
insanların yetiştirdikleri değerlere sırf milli kültürün bağrından
çıktıkları için kucak açmalı ve onları anlamaya çalışmalıyız. Kökü
dışarıda olmadıkça, milli olanı temsil eden hiçbir karşı görüş ve
duruştan kormamak lazım geldiğini artık anlamakda fayda vardır. Eğer
ben Nazım Hikmeti, kaleminin gücünü, politik duruşunu ve şiirlerini
benimsiyorsam, Necip Fazıl'ı ve onun Büyük Doğu'sunda ortaya koyduğu
Islami felsefeye dayanan fikri duruşunu da benimseyebilmeliyim. Onu
anlamaya çalışıp bana verebileceği iman ve ideal'i kendi benliğimde
eritebilmeliyim. Eğer sen de sultan Abdulhamit’in hakkının yendiğine
inanıyorsan ve Osmanlı’nın modernizasyonu için yaptığı çalışmalara
rağmen gerici padişah olarak tanıtılmasına isyan ediyorsan, Mustafa
Kemal’in de bir din karşıtı olmadığını ve fakat dini, insan aklını
sömüren bir afyon olmaktan kurtarmaya çalıştığını da kabul etmen gerekir
(Babamın babası, dedem Serafettin Dündar’ın anlattığına göre, kendisi
Istanbul’da, Atatürk’ün muhafız kıtasında görev yaptığı yıllarda şu
ilginç durumlara şahit olmuştur: Genellikle, Atatürk, Cuma günlerinde
bir imamı huzuruna çağırtırmış. Ona önce Kur’an okutturur ve sonra
imamla birlikte, o okunan ayetlerde nelerin anlatılmak istendiğini
tartışarak, ayetlere nasıl manalar verilmesi hususunda da imama hocalık
yaparmış. - Ama şimdi, biliyorum… Sen bu yazının devamını bile okumaktan
vaz geçeceksin. Belki de “Yalanlarınla sen, ancak kendini oyalarsın”
türünden suçlamalarda bulunup, kendi gururunu okşayacaksın. Atatürk
adını istemeden ağzına aldın diye, koşup, abdestini tazeliyeceksin.
Ziyanı yok, ben, bunu da içime sindiririm, tıpkı yaptığın “Gavur İzmir”
yakıştırmasını içime sindirdiğim gibi).
Bu iki dünya görüşünün birbirinin “çekim alanlarına” girmesi elbette
cesur bir değişimi gerektirir. Değişim ise yeni bir biçime bürünmektir.
Yıllar önce katıldığım bir seminerde değişim konusu işleniyordu. Ister
büyük ölçekde devlet yönetimi olsun, isterse küçük ölçekde bir iş
yerinin yönetimi olsun, değişim demek, kabuğunu kırmak demektir. Konuyu
bizlere anlatan Monash Universitesinden bir profesordü. Değişimin ne
olup ne olmadığını bizlere göstermek için eline bir balon aldı. Balonu
şişirmeye başladı. Balon genişledi, büyüdü. Balonu öylece elinde tuttu.
"Bu gördüğünüz değişim değildir, balonun sişmesi zaten kendi doğası
gereğidir. Ondan beklenen şey budur" dedi. Sonra eline bir iğne alıp
balona batırdı. Balonun patlamasından gelen büyük bir ses koca salonda
yankılandı. Ve o profesor herkese gözlerini dikip "Değişim, işte
budur... Artık bu elimde tuttuğum bir balon değil, tamamen başka bir
şeydir" dedi.
Türkiye'nin hayal ettiğim siyasi ve sosyal değişimini gerçekleştirmesi
mümkün olabilir mi? Olursa ortaya koyduğu değişimle bugünkü görünümünden
tamamen farklı bir görünüm arz edeceği şüphesiz. Demek ki, o değişimin
gerçekleşmesi için gereken şartların hem içte hem de dışta oluşmaları
lazım. O şartlar oluşmadıktan sonra balon gibi bir genişler bir daralır
ama asla değişimi gerçekleştirmiş olamaz. Eğer bugün bunları
tartışıyorsak, değişimin bir hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşmesi için
umut var demektir.
Sizlerle paylaşmak istediğim bütün bu düşüncelerimi ikinci defa ziyaret
ettiğim Lismore’da, birinci ziyaretimde kaldığım aynı otelin, yine aynı
odasında, kağıda döküyorum. Biraz sonra dört kilometre ötedeki
Universiteye doğru yol alacağım. Günlerimi, gecelerimi ve hafta sonumu
işgal edecek kadar yapılması gereken çok işim var. Yine gürültülü ve
dondurucu bilgi-işlem odasına kapanıp zamana karşı yarışacağım.
Tesadüf işte, bir CumaBriç Cumasına denk deldi bu işlerin hepsi. Bu
durumda, “Kader utansın” demekten öte yapabileceğim bir şey yok.
Hernekadar Brisbane’da grubun yanında olamasam da teker teker her
birinin arabalarını park edişlerini, Buddy’nin camın arkasında, kendini
yırtarcasına gelenleri selamlamak için iki ayak üstünde bir sağa bir
sola doğru zıplayışını, havuzdan gelen su seslerini, arabadan inenlerin
hep bir ağızdan tekrarladığı hoş geldin, selamunaleyküm selamlaşmalarına
Faruk ve Halim’in aynı içtenlikle karşılık verişlerini, Tonguç ve
Erden’in masada duran açılmamış kırmızı şarap şişelerini inceledikten
sonra şarap üzerine yaptıkları üstad-vari yorumlarını, kağıtların
çekilişini, bu sıradan olaya bir heyecan katmak için herkesin işi
yavaşdan almasını ve belirlenen ortakların isimlerinin hemen Ekrem
tarafından bilgisayara aktarılmasını, Turgut’un ortağına öğütler
yağdırmasını, yüksek kağıt çekip de ilk oyunları oynayacakların hemen
boşa vakit geçirmeden masanın etrafında yerlerini almalarını,
diğerlerinin bahçede masa etrafında gruplaşmalarını, sigaraların
yakılmasını, mangaldan gelen ve henüz gücünü alamamış odun ateşinden
yükselen dumana karşı büyük ihtimalle Mehmet’in yelpaze sallamasını,
içerideki büyük ekran tv’de Türk spor kanalında bazı maçların yayınını,
sesi açılmış müzik setinden gelen müziği birilerinin değiştirmesini,
içerde oyuna devam eden takımların ortaklarından bazılarının ‘high five’
çekerlerken, o arada karşı takım üyelerinin çatık kaşlarla birbirlerini
suçlamalarını, toplantılara hep geç katılan Celal’in daha içeri girer
girmez masadaki oyunun çıkarı olup olamıyacağını ilan etmesini,
susayanların patur kutur seslerle, buzdolabının su alma gözünden
bardaklarına buz ve su dolduruşunu, porselen kaseler içindeki çerez ve
leblebilerin bir çırpıda yenip tüketilişini, Ibrahim’in herkesin
muhalefetine rağmen şilem çıkabilme becerisini gösterişini, Bülent’in,
Tonguç’a heyecanla birşeyler fısıldamasını, karşılıklı kahkahalarını,
Güven’in sakin sakin oynayıp oyununu çıkmasını, bütün bunları ve
Buddy’nin içimize sindirdiğimiz yalnızlığını ince ayrıntıları ile birer
birer gözlerimin önüne getirebiliyorum.
Eminim, en hararetli tartışmaların olduğu anlarda, Türkiye’nin gündemi
masaya yatırılacak ve işsizlikten, ekonomiden, spordan, mayınlı
tarlalardan, siyasetçilerden, geçmişden, gelecekten, petrolden,
türbandan, üniversitelerden, tüyler ürperten cinayetlerden, katillerden
ve katliamlarından, şehitlerden, polisten, Cumhuriyet’den, Osmanlı’dan,
haber bültenlerinden, trafikden, kazalardan, gazete sütunlarından,
Atlantik okyanusuna düşen uçaktan, haber yorumlarından, Obama ve
Amerika’dan, siyasi itiş-kakışdan, AKP’den, AK parti’den, Deniz
Feneri’nden, belki de Ekrem’in hafta içinde gönderdiği e-maillerden,
manken Naomi Campbell’den, first lady’den, siyasi partilerden, araba
fiyatlarından, terörden, Türk bakkalından, Arınç’ın tipik demeçlerinden,
Avrupa’daki sağ partilerin başarısından, Kürt meselesinden, Ingiltere
hükümetindeki bakanların skandallarından, istafalardan, demokrasiden,
sorumluluklardan, Türkiye’nin Ermenistan politikasindan, Kıbrıs’tan,
TSK’dan, Ergenekondan, Başbağlar katliamına dair ortaya çıkan yeni
delillerden, Sivas’tan, Istanbul’daki ev ve kat fiyatlarından, balıkçı
lokantalarından, Google’un kurucusundan, Türk filmlerinden ve
dizilerinden, getirilen DVD’lerin bozuk kalitesinden, sağanak
yağmurlardan ve varlığını aniden gelen titremelerle hissettiren gece
ayazından da, sırası geldikçe, gerektiği kadar bahsedilecektir.
CumaBriç’in muhteşemliği, bu kadar geniş kapsamlı konuların hepsinin,
bir geceye sığacak şekilde tartışılabilmesindedir. Her ne kadar bu
konular hiç de ucundan, veya kıyısından tartışılacak kadar basit
değillerse de, grubun bilgi seviyesi ve olayları sağlıklı bir filtreden
geçirmesindeki hüneri, konuları çabucak ele alabilmeyi mümkün
kılmaktadır. Her konu uzun lafa gerek kalmadan, özüne inilerek
tartışılır ve şarabın da etkisiyle, bu asık suratlı konuların hepsi
birer tatlı sohbete dönüşür. Şarap içimizdeki umudumuzu kamçılar ve
Türkiye’den vazgeçmenin hiç de mümkün olamayacağını bize kanıtlar.
Neyse, benim vakit de gelmiş zaten, ben sözü fazla uzatmayayım, acilen
gitmem gerekiyor. Gelecek CumaBriç toplantısında buluşuruz Inşallah.
CumaBriç Editörü
0 comments:
Post a Comment