Home » » 12 Haziran 2009 CumaBric Gecesi

12 Haziran 2009 CumaBric Gecesi

TOPLANTISINA KATILAMADIĞIM CUMABRiÇ GECESiNiN HiKAYESi

Geçtiğimiz Mayıs ayın'ın 28nci günü, benim Avustralya'ya gelişimin yirminci yılına işaret ediyordu.

26 Mayıs 1989’da, gece yarısından az önce, Istanbul'dan ayrılmış ve 28 Mayıs sabahı Avustralya'da Brisbane havaalanına inmiştim.

Bana Türkiye'den çok uzaklara değil, ama dünyanın ta öbür ucuna uçtuğum hissini verdiren bu uzun uçak yolculuğumda zamanımı, habersizce akıp giden ilk bir-iki saatin ardından, renkli renkli çeşitli dergileri ve yabancı gazeteleri okuyarak, rahatlıkla ayaklarımı uzatıp içine gömüldüğüm koltukta, gözümü kırpmadan loş ışıklar altında saatlerce kulaklığımdan gelen müzik ve haber yayınlarını dinleyerek, arasıra pencereden baktığımda, denk gelirse, kilometrelerce altımızda, birden kendini belli eden ve asla bilmediğim, belki de hiç bilemeyeceğim şehirlerin binlerce yıldızı andıran ışıklarına, herbiri yavaş yavaş, eriyip yok oldukları ana kadar uzun uzun gözlerimi dikerek, Melanie Griffit ve Harrison Ford'un rol aldıkları "Working Girl" filmini, o uçağın içinde "first class" ın bulunduğu bölümü bizimkinden ayıran duvarın üstüne monte edilmiş geniş sinema ekranında bir değil, iki kere seyrederek, 
Çin'li olduklarını tahmin ettiğim ve kendilerine verilen tek battaniye ile yetinmeyip, ikinci ve üçüncüsünü isteyen, sonra bunları hem başına yastık yapmak için, hem de ayaklarını örtmek için kullanan insanların pişkinliklerini seyrederek, uçaktaki her koltuğun dolu olmamasını fırsat bilenlerin, yerlerini değiştirip, yeni yerlerinde en rahat pozisyonlarını alışlarına şahit olarak, koridorda ikide bir gelip geçen, aceleyle nereye gidip nereden geldiklerini kestiremediğim kadın ve çocukların seslerine kulak kabartarak, o aynı sinema ekranında uçuş sırasında hangi ülkenin hangi bölgesinden geçtiğimizi gösteren haritaya ve üstüne oturtulan uçak resmine manasızca uzun süreler bakarak, şirin ve ay yüzlü, narin vücutlu, sevecen Singapur'lu hostes kızları çaktırmadan göz ucuyla süzerek, yeri geldiğinde de takınabileceğim en kibar halimle "Red Wine Please" ya da "Coffee Please" deyip onlara modernlik taslayarak, fakat ne içtiğim şarapta ne de kahvede aradığım lezzeti bulamayarak, arasıra farkında olmadan uyuyup kalışımı, ancak bir uğultu ile uyandıktan sonra farkederek, tekrar camdan dışarı bakıp güneşin ilk ışıklarını yakalamaya çalışarak, Avustralya hakkında düşünerek, hayal ederek, Singapur'da Changi havaalanında saatlerce mola vererek, geride biraktığım aile fertlerine ve arkadaşlarıma posta kartları yollayarak, dükkanlarında gördüğüm Türk malı lokum paketlerine ve Paşabahçe damgalı cam bardak ve eşyalarına hayretle bakarak, havaalanının büyüleyici iç dekorasyonuna ve yürürken içine gömüldüğüm yumuşak halılarının kalitesine hayretler ederek, otel lobisini andıracak şekilde, rahat koltuklarla döşeli geniş bekleme salonlarında yorgunluğumu üstümden atarak, hemen her yerinde kendini belli eden huzur verici sakinliğine, sessizliğine ve aşırı temizliğine saygı duyarak, yolculuğumun ikinci yarısında, okumak için aldığım Time dergisinin sayfalarına gömülüp, görenlerin beni Ingiliz ya da Amerika'lı sandiklarını düşünerek, bu sefer sayıları azalmış diğer yolcular ile birlikte uçuşun ikinci ayağına başlayarak, Avustralya'ya yaklaştıkça kıtayı görme merakımdan pencereden uzun uzun aşağıları seyrederek, uçakta ikram edilen ve hiç de alışık olmadığım yemekleri yememe rağmen, saatler sonra, hala daha, mide krampları yaşamamış olmamdan ötürü Allah'a şükrederek, tuvalet kabinlerinden birinde uçağın Brisbane'a inişinden bir saat öncesinde, iyice uzamış sakalımı traş ederek ama kullanmadan önce o kabininin önünde sıra kapmak için uzun uzun bekleyerek, aynada kendimi gördüğümde yüzüme düşmüş yorgunluk ifadesini atmak için yüzümü kolonyalı mendil ile iyice silerek ve sonra tekrar koltuğuma dönüp, uçağın ineceği anı sabırsızlıkla, bekleyerek geçirdim.

Uçak Brisbane havaalanına indiğinde uzun zaman içinde bekletildik. İnişimizin hemen sonrasında, uçağın içinde, bütün yolcuların üzerine sıkılan ilaçlı sprey ile daha sonra gümrükten geçerken yetkililere vermek üzere doldurmamız için ellerimize tutuşturulan göçmen formları yolcular olarak hepimizi belirsiz bir telaşa sürüklemiş ve alıcısını bekleyen esirler gibi, hepimizi, aynı kaderi paylaşan insanlara dönüştürmüştü. Birkaç dakika sonra hostesler birden ortadan kaybolmuşlar, uçağın içindeki sessizlikde, herkes, birbiri ile konuşmadan, sadece, dikkatle pencerelere doğru kafalarını uzatıp, dışarıda kendi meraklarına cevap olabilecek birşeyler bulmaya çalışmıştı. Kendimi o an, Hollywood filmlerinde gördüğüm şekli ile, yüzyılın ilk başlarında gemilerle Amerika'ya göç eden Avrupa'lı göçmenlerden biri gibi hissettiğimi unutamam.

Bu ilk adımımın üstünden yirmi yıllık bir zamanım akıp gitti kıtada. Geriye dönüp baktığımda, doğru bir karar verdiğimizi söyleyebilirim. Benden birkaç ay sonra Avustralya'ya gelen karımla kendimize yeni bir hayat kurmak için elverişli şartlara sahip olduğumuzu düşünüyorduk. Elimizdeki meslekler ve Batı kültürüne olan yatkınlığımız bize bu cesareti verminşti. Diğer yandan, Avustralya'lıların dış ülkelerden gelen göçmenlere karşı gösterdikleri iyi niyet ve onları kabullenmeci tavırları bizim gibilerin çabalarını çok kolaylaştırdı. Avustralya bu yanı ile övülmeye layık bir ülke. Cok kültürlü olmak uğruna, Avustralya'lıların kendileri bile, ulusal günlerini kutlarken, bu tür "uluscu" gösterilerin yapılması, toplumun diğer yüzde yüz Avustralya'lı olmayan kesimi üzerinde acaba itici (ya da dışlanmışlık hissi uyandıracak) bir etki yaratır mı tartışmasını bile gündeme getirebiliyorlardı.

Türkiye bir gün kendi toplumsal barışını kurabilir mi bilemiyorum. Kurmaya niyetli olur mu, onu da düşünmek istemiyorum. Türkiye'yi düşünmek bana ve benim gibi düşünen kafadengi dostlarıma yorgunluk veriyor. Hangi siyasi görüş ve anlayışda olmalarına bakmaksızın, Türkiye'deki "yetkili ve etkili" kişilerin "aziz milletimiz" için, neyin iyi, neyin faydalı olacağına dair kararlarını verirlerken ortaya koydukları hesaplamalarda terslikler olsa gerek; yıllar önce gazetelerin sütunlarını kaplayan ve benim şimdi Orhan Pamuk'un "Istanbul" adlı kitabından alıntı yaparak buraya ilave edeceğim şu samimi yakınmaların hepsi, geçerliliklerini aynen bugün de sürdürmektedirler:

"Sokaklarda, meydanlarda aklımıza estiği, içimizden geldiği gibi değil, Batı'da olduğu gibi trafik kurallarına riayet ederek yürümek bizi bu sokak kargaşasından kurtaracak. Ama bu, trafik kurallarını bu şehirde bilen kaç kişi var dersiniz, o ayrı mesele..." (1949)

"Dün kar yağdı diye ne tramvaya önden binmek, ne büyüklere saygı... Zaten kimsenin bilmediği şehir adabının unutulduğunu esef ederek hep görüyoruz." (1927)

"Vapurdan veya herhangi bir vasıtadan ilk çıkmak merakının bizde ne kadar ilerlemiş olduğunu bilince, vapur daha Haydarpaşa'ya yanaşmadan atlayanları, ne kadar "ilk çıkan eşek" diye de bağırsak durdurmaya imkan yoktur" (1910)

Bu yakınmalarda günlük yaşama bir nebze olsun sanatsı bir intizam, insani bir değer katma arzusunun umutsuz haykırışları vardı. Yıllar önce o yakınmaları kaleme alan insanların torunu yaşındaki bizler de, şimdi, sanki bu yakınmalar hiç yapılmamışcasına, bu umutsuzlukların aynılarını, daha büyük yoğunluklarla, tekrarlayıp, bizim çocuğumuz yaşdakilere seslenmeye çalışıyoruz.

Yıllar önce Milliyet gazetesindeki yazı köşesinde, yetmişli yılların ortalarında, Haldun Taner de Türkiye'de insanların içinde bulundukları fakirliğin ve yaşadıkları felaketlerin sebeblerini, kimsenin günluk yaşamda matematiğe gerekli önemi vermemesine bağlıyordu.

Bugün bile, gazetelerde "Ekonomiye öncelik vermek kismî karşıdevrimdir" iddiasındaki demeçlerini okuduğumuz profesorlerin varlığı, kendimiz için neyin hayırlı olduğunu bilmek konusunda, toplumca sergilediğimiz bilimdışılığın, memur zihniyetinin bir ürünüdür.

Türkler, Osmanlı'dan beri, yaptıkları modernleşme ve Batı’lılaşma çabalarında ne Batı’lı (Akılcı) olabilmenin hakkını verebildiler, ne de Doğu’nun mistik geçmişinin yarattığı çekim alanından kendilerini kurtarabildiler. Doğu ile Batı’yı birleştiren bir kültürü yansıttıkları iddia edilen Türkler, televizyonlarında Selimiye camiinden yapılan mevlut kandili yayınlarında huşu ile secdeye kapandıktan sonra, kendileri için ne anlam ifade ettiği anlaşılmayan, dili ve müziğiyle kendisine tamamen yabancı duran SanRemo müzik festivalleriyle de eğlenmeye çalıştılar.

Devleti yöneten bürokrasinin, iktidar partilerinin, muhalefet partilerinin bir araya gelip de ortak bir Batı ve Doğu anlayışının boyutlarını ortaya serememiş olmaları, devleti ve halkı birbirinden ayrı kutuplara itti. 1930’larda, rejim Cumhuriyet ile birlikte değisiyordu fakat, milletin kendisi hala aynıydı. Dindarlar, dindar olduklari için değil, fakat dine dayalı öfkeleriyle birgün, laiklerin dünyasını karartacakları endişesinden dolayı laik bürokrasinin korkulu rüyasi oldular hep. Birbirlerine yabancı iki dünya, iki kültür, iki ayri yaşam tarzı gün ve gün kendi içinde boy atıp, kendini yeniden üretti.

Cumhuriyet'in ilanından bu yana geçen 85 yılın sonunda, bugün gelinen noktada, bu iki kutup birbirlerini yeni yeni anlamaya başlıyorlar. AKP'nin yüzde 47 oy almasını mümkün kılan şey iktidarı ile milletinin ilk defa Demokrat Parti'den sonra bir ortak değerler bütününde birleşme ihtimalidir. Bu muhafazakar bir bütünleşmedir ve uzun yıllar devam edeceği tahmini de yabana atılır türden değildir.

Bence, sorulması gereken sorular bugün şunlardır: Acaba bu yeni iktidar, elindeki gücü ile yukarıda sıraladığımız türden yakınmaları sona erdirip, toplumun kendisine bir intizam getirmeye, onun günlük yaşantısına matematik ile inancın harmonisini katmaya, kendisi ile barışık olduğu kadar "diğerleri" ile de barışık olmasını sağlamaya yönelik sosysal ve siyasal düzenlemelere girişecek mi?

Osmanlı kültürüne hayran bu iktidarın Osmanlı'nın yapmadığı bir şeyi; kendi kültürünün kimliğini kabul ettirme çabasını gösterecek mi? Osmanlı deyince ne anlıyoruz, ne gibi bir kimlik kafamızda canlanıyor? Diyebilir miyiz ki, Osmanlı'daki bu kimliksizliğin yarattığı boşluk, genç Cumhuriyet'in mutlaka oluşturmaya çalıştığı Türk kimliği ile doldurulmaya çalışıldı. Türk kimliksiz bir Osmanlı türü devlet yapılanması ne kadar başarılı olacaktır?

Bugün Avustralya'da, dünyanin hemen her ülkesinden gelen, binlerce, yüzbinlerce göçmen vardır. 2007'den 2009'a iki yıllık sürede 370 bin artış gösteren nüfusunun ancak 120 bin kadarı bebek doğumları ile olurken, geriye kalan 250 bin'i son iki yılda dışarıdan gelen göçmenlerin nüfusundan ibarettir. Avustralya'da hakim kimlik Avustralya'lı kimliktir ve hükümetler bu nedenle, ulusal günlerini ya kriket maçı seyrederek, ya da mangallı, BBQ'lu pikniklere giderek geçiren, bu halleriyle, pek de ulusal'cılığı dert edinmediğini sergileyen insanlara, ancak Anzak günü gibi özel tarihi değere sahip olan ve ulusal kimliği gerçekten ön plana çıkaran zamanlarda Avustralya'lı olmayı hatırlatmaktadırlar. Bu her partinin, hükümetin milli bir politika olarak kabul ettiği bir durumdur. Bunun dışında, her etnik grubun sayıları yeterli ise bir radyo ya da televizyon yayını vardır, çıkardıkları gazeteleri vardır, kendi dillerinde eğitim yapan okulları vardır, senede bir kutlanan festivalleri vardır (üstelik bunları yerel eyalet hükümetleri de parasal yardımlar yaparak destekler), müslümanı vardır, budisti vardır, hindusu vardır, yahudisi vardır, camisi vardır, sinogogu vardır, kilisesi vardır, istediği dini inancını uygulama özgürlüğü vardır, fakat bunların hepsinin üstünde bir Avustralya kimliği yer alır. O bir şemsiye gibi insanları etnik kökenlerinden ayırmadan, Avustralya’lı olmakla bir tutar. Hükümetler değişince, devlet dairelerinde çalışanlar, bürokratlar, görevliler "eyvah bize şimdi ne olur" kaygusunu yaşamaz, çünkü böyle bir şey şimdiye kadar olmadığı gibi, olmayacaktır da. Benim birkaç sene önce sözleşmeli olarak çalıştığım devlet dairelerinde göreve yeni başlayan hükümetin bakanları emri altındaki kuruluşlara bildiriler göndererek, kim olursa olsun herkesin, sahip oldukları makamları aynen koruyacakları konusunda teminatlar vermişlerdi. Benzer bir durumu Türkiye yapabilir mi.? Yoksa, "Türkiye'nin özel durumları söz konusudur" edebiyatına girişerek, kendi içimizdeki ayrılığa devam mı edeceğiz.

Bana kalırsa bütün bu sorulara cevap bulmaya çalışırken gelinen noktalarda, ne Osmanlı'nın ne de Cumhuriyet'in modernleşme çabaları ile ortaya koyduğu politikaları küçümseyerek hafife almak mümkün olacaktır. Her ikisini de, birbirinin karşıtı değil, fakat birbirinin bütünleyicisi, birbirinin ikizi gibi görmekde fayda olduğunu düşünüyorum. Ne Osmanlı'yı yükseltirken Cumhuriyet'i yermek, ne Cumhuriyete övgüler sıralarken, Osmanlı'yı tarihden silmek, ne de her ikisini boşlayıp yeni bir düzen için, bilmemkaçıncı Cumhuriyeti kurmayı denemek bize bir çıkış yolu gösterir. Eğer kurulmasını istediğimiz bir yeni düzen mümkünse bu hem dini değerler üzerinde hem de aklın yol göstericiliğini kabul etmiş pozitivist bilimler üzerinde inşa edilmiş olacaktır. Topluma biçim vermek için bu iki olgunun birlikteliği nasıl sağlanır onun çabası içinde olmalı Türkiye'de aydınlar.

Çeşitli tarihi araştırmalardan anlıyoruz ki, Cumhuriyetin Osmanlı kültür yapısını unutturmaya gücü yetmemiştir, çünkü kendi kadroları da Osmanlı kültürünün bir parçası durumundadır. Sapka takmakla, alfabeyi değiştirmekle millet görüntüsünü değiştirse de, aklında olanı değiştirmemiştir, Fırsatını bulduğu her seçimde tercihini Osmanlı değerleri üzerine politika yapan partilere yöneltmiştir. Cumhuriyetin kurucusunun Osmanlı’yı unutturma çabalarının yanlış olduğunu kabul etmemiz gerekir. Cumhuriyet'i kuran Osmanlı paşalarıdır, askerlerdir. Halk ise asker bürokrasinin varlığını sürdürebilmek için kendi elitini yaratmasından hoşnut olmamıştır. Onu kendisine baskı yapan bir sınıf olarak görmüş ve bu baskılardan kurtulmak için liberal görüşleri savunan partileri başa getirmiştir. Cumhuriyetin kurucu partisi ise önceliği ekonomi, ticaret, finans gibi zenginliği artırıcı alanlara verememiş, onun yerine halkdan gelebilecek dini ağırlıklı karşı duruşları göğüsleyebilmek için kendi bürokrasisininden bir sınıf yaratmış ve askeri güce sırtını dayamıştır. Atatürk’ün kendisi bu durumu şöyle dile getirmiştir: "Sonunda gelecek kuşaklar bizim için şöyle diyeceklerdir; Iyi niyetli insanlardı, fakat iktisat bilmiyorlardı". Eğer yakın tarihimiz bu halk ile bürokratik rejimin, yani bu iki büyük gücün birbirine karşı, karşılıklı olarak kozlarını denedikleri bir arena ise, o zaman bu iki gücün birliğinden doğabilecek bir yeni devasa gücün varlığını hayal edebiliyor musunuz? Onun önünde durabilecek bir karşı güç kalabilir mi?

Türkiye'de aydınlar birbirlerine ok atmayı durdurup, tarihsel görevlerinin bilinci içinde birbirlerine dostluk eli uzatmalıdırlar. Eğer laik, Cumhuriyetçi bir aydınsanız, o taktirde akılcı bir yaklaşım sergileyin ve bükemediğiniz eli öpün; dindar aydınlarla bir araya gelip herkese eşit mesafede duran, Demokratik bir toplumun kurulmasını sağlayın. Yok eğer dindar ve Osmanli kültürünü benimseyen bir aydınsanız, sırf dine dayalı bir medeniyetin uzun seneler devam edemediğini biliyorsunuz demektir; akılcılığı da Cumhuriyetçi aydınlara bırakın ve Türkiye'nin (ya da yeni Osmanlı'nın) bölgesinin efendisi olmasına katkıda bulunun.

Batı’cıların ve dindarların, ya da akılcıların ve imancıların kendi bünyelerinden çıkardıkları değerlerle yetinmeyip, "karşı" tarafın da değerlerini bilip tanıması gerekir. Bu karşılıklı saygı ve iyi niyetin ilk adımıdır. Madem milli bir devletimiz var, bu devleti yaratan insanların yetiştirdikleri değerlere sırf milli kültürün bağrından çıktıkları için kucak açmalı ve onları anlamaya çalışmalıyız. Kökü dışarıda olmadıkça, milli olanı temsil eden hiçbir karşı görüş ve duruştan kormamak lazım geldiğini artık anlamakda fayda vardır. Eğer ben Nazım Hikmeti, kaleminin gücünü, politik duruşunu ve şiirlerini benimsiyorsam, Necip Fazıl'ı ve onun Büyük Doğu'sunda ortaya koyduğu Islami felsefeye dayanan fikri duruşunu da benimseyebilmeliyim. Onu anlamaya çalışıp bana verebileceği iman ve ideal'i kendi benliğimde eritebilmeliyim. Eğer sen de sultan Abdulhamit’in hakkının yendiğine inanıyorsan ve Osmanlı’nın modernizasyonu için yaptığı çalışmalara rağmen gerici padişah olarak tanıtılmasına isyan ediyorsan, Mustafa Kemal’in de bir din karşıtı olmadığını ve fakat dini, insan aklını sömüren bir afyon olmaktan kurtarmaya çalıştığını da kabul etmen gerekir (Babamın babası, dedem Serafettin Dündar’ın anlattığına göre, kendisi Istanbul’da, Atatürk’ün muhafız kıtasında görev yaptığı yıllarda şu ilginç durumlara şahit olmuştur: Genellikle, Atatürk, Cuma günlerinde bir imamı huzuruna çağırtırmış. Ona önce Kur’an okutturur ve sonra imamla birlikte, o okunan ayetlerde nelerin anlatılmak istendiğini tartışarak, ayetlere nasıl manalar verilmesi hususunda da imama hocalık yaparmış. - Ama şimdi, biliyorum… Sen bu yazının devamını bile okumaktan vaz geçeceksin. Belki de “Yalanlarınla sen, ancak kendini oyalarsın” türünden suçlamalarda bulunup, kendi gururunu okşayacaksın. Atatürk adını istemeden ağzına aldın diye, koşup, abdestini tazeliyeceksin. Ziyanı yok, ben, bunu da içime sindiririm, tıpkı yaptığın “Gavur İzmir” yakıştırmasını içime sindirdiğim gibi).

Bu iki dünya görüşünün birbirinin “çekim alanlarına” girmesi elbette cesur bir değişimi gerektirir. Değişim ise yeni bir biçime bürünmektir. Yıllar önce katıldığım bir seminerde değişim konusu işleniyordu. Ister büyük ölçekde devlet yönetimi olsun, isterse küçük ölçekde bir iş yerinin yönetimi olsun, değişim demek, kabuğunu kırmak demektir. Konuyu bizlere anlatan Monash Universitesinden bir profesordü. Değişimin ne olup ne olmadığını bizlere göstermek için eline bir balon aldı. Balonu şişirmeye başladı. Balon genişledi, büyüdü. Balonu öylece elinde tuttu. "Bu gördüğünüz değişim değildir, balonun sişmesi zaten kendi doğası gereğidir. Ondan beklenen şey budur" dedi. Sonra eline bir iğne alıp balona batırdı. Balonun patlamasından gelen büyük bir ses koca salonda yankılandı. Ve o profesor herkese gözlerini dikip "Değişim, işte budur... Artık bu elimde tuttuğum bir balon değil, tamamen başka bir şeydir" dedi.

Türkiye'nin hayal ettiğim siyasi ve sosyal değişimini gerçekleştirmesi mümkün olabilir mi? Olursa ortaya koyduğu değişimle bugünkü görünümünden tamamen farklı bir görünüm arz edeceği şüphesiz. Demek ki, o değişimin gerçekleşmesi için gereken şartların hem içte hem de dışta oluşmaları lazım. O şartlar oluşmadıktan sonra balon gibi bir genişler bir daralır ama asla değişimi gerçekleştirmiş olamaz. Eğer bugün bunları tartışıyorsak, değişimin bir hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşmesi için umut var demektir.

Sizlerle paylaşmak istediğim bütün bu düşüncelerimi ikinci defa ziyaret ettiğim Lismore’da, birinci ziyaretimde kaldığım aynı otelin, yine aynı odasında, kağıda döküyorum. Biraz sonra dört kilometre ötedeki Universiteye doğru yol alacağım. Günlerimi, gecelerimi ve hafta sonumu işgal edecek kadar yapılması gereken çok işim var. Yine gürültülü ve dondurucu bilgi-işlem odasına kapanıp zamana karşı yarışacağım.

Tesadüf işte, bir CumaBriç Cumasına denk deldi bu işlerin hepsi. Bu durumda, “Kader utansın” demekten öte yapabileceğim bir şey yok.

Hernekadar Brisbane’da grubun yanında olamasam da teker teker her birinin arabalarını park edişlerini, Buddy’nin camın arkasında, kendini yırtarcasına gelenleri selamlamak için iki ayak üstünde bir sağa bir sola doğru zıplayışını, havuzdan gelen su seslerini, arabadan inenlerin hep bir ağızdan tekrarladığı hoş geldin, selamunaleyküm selamlaşmalarına Faruk ve Halim’in aynı içtenlikle karşılık verişlerini, Tonguç ve Erden’in masada duran açılmamış kırmızı şarap şişelerini inceledikten sonra şarap üzerine yaptıkları üstad-vari yorumlarını, kağıtların çekilişini, bu sıradan olaya bir heyecan katmak için herkesin işi yavaşdan almasını ve belirlenen ortakların isimlerinin hemen Ekrem tarafından bilgisayara aktarılmasını, Turgut’un ortağına öğütler yağdırmasını, yüksek kağıt çekip de ilk oyunları oynayacakların hemen boşa vakit geçirmeden masanın etrafında yerlerini almalarını, diğerlerinin bahçede masa etrafında gruplaşmalarını, sigaraların yakılmasını, mangaldan gelen ve henüz gücünü alamamış odun ateşinden yükselen dumana karşı büyük ihtimalle Mehmet’in yelpaze sallamasını, içerideki büyük ekran tv’de Türk spor kanalında bazı maçların yayınını, sesi açılmış müzik setinden gelen müziği birilerinin değiştirmesini, içerde oyuna devam eden takımların ortaklarından bazılarının ‘high five’ çekerlerken, o arada karşı takım üyelerinin çatık kaşlarla birbirlerini suçlamalarını, toplantılara hep geç katılan Celal’in daha içeri girer girmez masadaki oyunun çıkarı olup olamıyacağını ilan etmesini, susayanların patur kutur seslerle, buzdolabının su alma gözünden bardaklarına buz ve su dolduruşunu, porselen kaseler içindeki çerez ve leblebilerin bir çırpıda yenip tüketilişini, Ibrahim’in herkesin muhalefetine rağmen şilem çıkabilme becerisini gösterişini, Bülent’in, Tonguç’a heyecanla birşeyler fısıldamasını, karşılıklı kahkahalarını, Güven’in sakin sakin oynayıp oyununu çıkmasını, bütün bunları ve Buddy’nin içimize sindirdiğimiz yalnızlığını ince ayrıntıları ile birer birer gözlerimin önüne getirebiliyorum.

Eminim, en hararetli tartışmaların olduğu anlarda, Türkiye’nin gündemi masaya yatırılacak ve işsizlikten, ekonomiden, spordan, mayınlı tarlalardan, siyasetçilerden, geçmişden, gelecekten, petrolden, türbandan, üniversitelerden, tüyler ürperten cinayetlerden, katillerden ve katliamlarından, şehitlerden, polisten, Cumhuriyet’den, Osmanlı’dan, haber bültenlerinden, trafikden, kazalardan, gazete sütunlarından, Atlantik okyanusuna düşen uçaktan, haber yorumlarından, Obama ve Amerika’dan, siyasi itiş-kakışdan, AKP’den, AK parti’den, Deniz Feneri’nden, belki de Ekrem’in hafta içinde gönderdiği e-maillerden, manken Naomi Campbell’den, first lady’den, siyasi partilerden, araba fiyatlarından, terörden, Türk bakkalından, Arınç’ın tipik demeçlerinden, Avrupa’daki sağ partilerin başarısından, Kürt meselesinden, Ingiltere hükümetindeki bakanların skandallarından, istafalardan, demokrasiden, sorumluluklardan, Türkiye’nin Ermenistan politikasindan, Kıbrıs’tan, TSK’dan, Ergenekondan, Başbağlar katliamına dair ortaya çıkan yeni delillerden, Sivas’tan, Istanbul’daki ev ve kat fiyatlarından, balıkçı lokantalarından, Google’un kurucusundan, Türk filmlerinden ve dizilerinden, getirilen DVD’lerin bozuk kalitesinden, sağanak yağmurlardan ve varlığını aniden gelen titremelerle hissettiren gece ayazından da, sırası geldikçe, gerektiği kadar bahsedilecektir.

CumaBriç’in muhteşemliği, bu kadar geniş kapsamlı konuların hepsinin, bir geceye sığacak şekilde tartışılabilmesindedir. Her ne kadar bu konular hiç de ucundan, veya kıyısından tartışılacak kadar basit değillerse de, grubun bilgi seviyesi ve olayları sağlıklı bir filtreden geçirmesindeki hüneri, konuları çabucak ele alabilmeyi mümkün kılmaktadır. Her konu uzun lafa gerek kalmadan, özüne inilerek tartışılır ve şarabın da etkisiyle, bu asık suratlı konuların hepsi birer tatlı sohbete dönüşür. Şarap içimizdeki umudumuzu kamçılar ve Türkiye’den vazgeçmenin hiç de mümkün olamayacağını bize kanıtlar.

Neyse, benim vakit de gelmiş zaten, ben sözü fazla uzatmayayım, acilen gitmem gerekiyor. Gelecek CumaBriç toplantısında buluşuruz Inşallah.

CumaBriç Editörü

0 comments:

Post a Comment

 
Copyright © 2013. CUMA BRIC FORUM - Bu sitede yayinlanan hikayeler kopyalanamaz ve baska bir yerde izinsiz basilamaz.