Beni küçüklüğümde en çok korkutan ve etrafına yaklaşmaktan
nefret ettiren şeylerdi bu ızgara kapaklar. Bir tanesini hiç unutmam,
kenarına yaklaşıp da aşağıya baktığımda ne kadar geniş ve derin bir kuyu
olduğunu irkilerek görmüştüm. Karanlık dibinde gürül gürül akıp giden
bir suyun sesi yankılanıyordu. Sonraları bu ızgaradan aşağıya her
bakmayı göze aldığım zamanda, aynı şiddetle akıp giden suyun varlığını
hissederdim ve hayali bir gölgenin beni o suyun içine itmesine karşı
koymak istercesine hızla kendimi geriye çekerdim. Izgaranın kendisi
gelişi güzel birbirine tutturulmuş kalın demirlerden oluşuyordu ve bu
demirlerin aralarındaki mesafenin küçük aklımı şaşırtan açıklığı bende,
şahit olduğum en korkunç hadiseleri yeniden ayaklandırıyordu. Yine bu
ızgarada ayağı iki demirin arasındaki boşluktan kayıp sırtındaki kasalar
dolusu domates yükü ile birlikte ızgaranın üstüne kapaklanan katırı ve
sahibinin içine düştüğü maddi zararın hıncını katırdan çıkarırken onu
elinde tuttuğu terazi kiloları ile ölesiye yumruklayışını, bagırtıların
ve anırmaların sesini duyup evlerinden koşarak kapıya çıkan komşu
kadınların yüzlerini ağzına alıp ısırdıkları geniş başörtüleri ile
kapatışlarını ve sadece olayı ilgi ile izleyip çocuklarını gözü dönmüş
bahçevanın çevresinden uzaklaştırmalarını, sonra yardıma gelen diğer
bahçevanların hep birlikte katırı bu ızgaradan çekip çıkarışını, katırın
yürümeye hali olmadığından topallayarak yere yıkılışını tarifsiz acıma
duyguları içinde seyretmiştim. Birbaşka zaman, o ızgaranın demirinin
üzerinde denge cambazı gibi yürümeye çalışan ufak bir çocuğun ayagını
aniden burkup terliğini ızgaranın altındaki lağıma düşürüşünü, koca koca
adamların takındıkları ne yaptığını bilen tavırları ile, çocukların
gözleri önünde, ellerindeki testere bıçağı kullanarak bu ızgaraların
yanında horoz kesip kanını dakikalarca demirlerin arasından lağıma
akıttıklarını da görmüştüm. Bir keresinde bir başka adam beyaz bir
horoz’u yine böyle kafasını keserken elinden kaçırmıştı ve horoz can
çekişerek ortalıkta koşusurken kafasını gelişigüzel sağa sola sallamaya
başlamıştı ve bu etrafda olayı seyreden çocukların yarı ağlamaklı, yarı
gülmekli çığlıklarına karışmıştı. Kanlar bütün yola ve duvarlara da
sıçramış, adam horozun peşinden koşarken üstünün de kana bulanmasının
öfkesini tekrar, horozu yakaladığında, kanatlarını iyice birbirine
değecek kadar açtıktan sonra ayakları ile üstüne basarak ve bu sefer
kafasını değil, bütün boynunu koparıp vücuttan ayırarak çıkarmıştı.
Kanlar artık yola yayıldığından, adam horozun hala da kıvranarak hareket
eden vücudunu alel acele ızgaranın yanına taşımış ve geriye kalan
kanını da orada akıtmıştı.
Bu lağımların ızgaraları arasıra belediye tarafından gazlı spreyler ile
ilaçlaması yapılırdı. Böylece ızgaranın aralarından aşağıya sinek
girmesi önlenirdi ama fare ya da hamam böceklerinin bunlardan
etkilendiklerini görmedim hiç. Bu büyük ve derin çukurlu lağımların
yanında küçük olanları da vardı ve nedense bunların bir çoğu elimizin
ulaşacağı yere kadar taş, toprak ve benzeri şeylerle dolu oldugundan bu
ızgaralı çukurlar, mahallenin gözü pek çeteci ruhlu çocukları tarafından
oyunlarında kedilere hapis cezası vermek için kullanılırdı. Sonradan
öğrendim ki, derin ve geniş ızgaralı lağımların pek çoğu 1977’de yaşanan
şiddetli deprem sonrasında sularını birdaha akmamacasına yitirmişler ve
artık içinden uğultuların gelmediği ama sessizce içine düşecek avını
bekleyen birer kara deliklere dönüşmüşlerdi.
Ilkokul çağımdaki, yağmurlu günler başka bir dolu garipliklerin
sergilendiği günler olarak aklımda kalmış. Yol boyunca okula giderken
diğer okul çocuklarının birbirlerini taşlar ve çukurlar arasındaki
biriken yağmur sularını bu sular göze çok berrak göründüklerinden içmek
için kışkırttıklarını ve sonunda tutulan bahis gereği Sunalko marka
gazozu içme sözünü alan bir çocuğun taşlar arasındaki suları yere boylu
boyunca uzanıp dudağı ile içine çeke çeke içtiğini de gözlerimle
görmüştüm. Bu çocuk daha sonraki yağmurlu günlerde, okulun bahçesindeki
cam ağaçlarının iri gövdelerinin en tepe noktasından aşağıya kadar,
birbirleriyle uc uca yapışarak, urgan gibi dolanıp inen tüylü
tırtıllardan toplamış ve diğer çocukları da eğer yaramazlıklarını
oğretmene fitneledikleri taktirde bu tırtılları önlük yakalarından
içeriye koyunlarına boşaltmakla korkutmuştu. Ben de bu teröre boyun
eğenlerden biriydim ve iyi geçiniyor görünmek için yağmurlu günlerde
bazan o çocuğun şemsiyemi kullanarak bahçede oynamasına göz yumardım.
Birgün, yine yoğun yağmurların ortalığı birikmiş su gölcükleri ile
kapladığı ve yerin altındaki su borularını patlatarak fokur fokur
kabaran tazzikli suları ortalığa saçtığı bir gün, ben, okula önceleri
ağabeyimin sonraları arasıra benim kullanmaya başladığım adına kısaca
“imperteks” dediğimiz, kuş kadar hafif ve her tarafımı içine alan, bol
ve uzun kesimli, koyu kurşun renkli, üzeri giyerken birbirlerine
iliştirmekten yorulduğum onlarca çıt-çıt düğmelerle dolu olan yağmurluğu
giymiş ve başıma da itfaiyeci takkesi gibi duran başlığını takmıştım.
Galiba bu babamın bir zamanlar Amerika’dan getirdiği yağmurluktu ve
benim bu yağmurluk ile okula gitmem, teneffüslerde oynamam sınıfın ve
okulun bütün diğer öğrencileri arasında büyük sükse yapmıştı. Ben içinde
kaybolmuş halde, her adımımı attığımda yağmurluğun hemen her
santimetrekaresinden çıkan hışırtıların insanı bıktıran sesi ortalığı
kaplardı. “Ormanda hışırtı yaparak dolaşan şey nedir..?” cevabını
vereyim… “Imperteks giymiş tarzan”. Bu fikra benim yağmurlu günlerde
okula giderken giymeye çalıştığım o “imperteks” hakkında babamın
tekrarlayıp durduğu bir fıkra bilmece idi. Imperteks yağmurluk öylesine
hafif ve ince yumuşak bir plastik türü maddeden yapılmıştı ki, yağmur
dindiğinde, onu bana iyice öğretilen şekli ile iç içe güzelce katlar ve
ufacık hale getirdikten sonra çantama sığdırırdım. Imperteks yağmurluk
sayesinde elimde şemsiye taşıma derdinden de kurtuldum fakat ona
herhangi bir zarar gelecek, ve yırtılıp delinecek diye yaşadığım
korkulardan onunla hiç oyunlara katılmazdım ve okulun bahçesinde,
ortalıkta kollarım içinde kaybolmuş halde ıslanmadan sakin sakin tur
atardım.
Yağmurun en sevmediğim tarafı yağmur yüzünden mazot ile küf karışımı bir
kokunun sınıfa sinmiş olmasıydı. Yol boyunca çukur yerlerde biriken
suların içinden geçmek zorunda kaldığımızdan ister istemez ayaklarımız
giydiğimiz ayakkabı veya botların içinde ıslanır ve bu hali ile dersler
bitip de eve gidene kadar ıslak kalırdı. O halde bulunmaktan nefret
ederdim ve içimdeki huzursuzluk ile dersleri takip etmekde zorlanırdım.
Birçoğumuz aynı rahatsızlığı duymuş olmalı ki, ayaklarımızı ışitabilmek
için, teneffüslerde, sınıfın ortasına kurulmuş sobanın etrafinda
toplanıp ayaklarımızı sobaya değdirecek kadar yaklaştırırdık. Cok
dikkatli davranmayan bazılarımız, botlarını sobaya aniden yapıştırır ve
ortalığı keskin bir yanık plastik kokusuna boğardı.
Sonraki yıllarda geceleri yağan yağmur bende hiç değişmeden akıp giden
yaşamların varlığını da gösterir olmuştu. Yine aynı günlerde ve
saatlerde geçmiş yılda olduğu gibi yağmur yağarken sokakdan geçen
bozacının ya da tahan pekmez satıcısının sesini duyardım ve gün boyu
yanan sobanın iyice kıvamını bulup odanın içine yaydığı sıcaklığında
pekmezlerin kalitesi konusunda büyüklerin anlattığı hikayelerin aynen
tekrar tekrar anlatıldığına şahit olurdum. Bu hikayelerden birinde
Maraş’lı akrabamız, Cevdet beyin anlattığına göre Maraş’ın ticaretini
elinde tutan bazı tuccarlar pekmez üreticisi gariban köylü kürtleri
“Pekmezi koyduğun künk, pekmezin kendisinden daha ağır çekti” diye
aldatırlardı ve kafası karışan cahil köylünün malını yok pahasına pekmez
tüccarına satması sağlanırdı. Bu hikayelere hepimizin ister istemez
duyduğu ve hiç durmadan sinir edici bir tempo ile teneke saçakların
üzerine düşen yağmur sularının sesi karışırdı. O “dıııp, dıp” damla
seslerinin beni bir hücreye kapatılmış gibi çaresizliğe ittiğini ve gece
boyunca çalışmaya uğraştığım cebir ve geometriyi bırakıp yatağımda
kıvrılarak uykuya geçmeme sebep olduğunu hiç unutmam.
Bu eski günleri anarken aile büyüklerinin benzer hikayeleri kendi
zamanlarının karlı günleri için anlattıklarını hatırladım. Hepimiz
kuşaklar boyu bir şekilde fakirliğin dayattığı çileli yaşamı kaderin bir
cilvesi olarak görmüştük.
Şimdi ise yağmur altında, Farukgiller konağına doğru sürerken, rahat
koltuğuma kurulmuş halde, dışarıdaki serin havaya aldırmadan arabanın
kaloriferini sıcak dereceye ayarlıyordum ve aynı zamanda, dünyaya
ekonomik zenginleşme ile birlikte yayılan medeniyetin ve onun getirdiği
kolay, güzel yaşam tarzının benim bu anlattığım hikayelerin hiç birinin
yeni nesil tarafından algılanmasına imkan bırakmadığını da biliyordum.
Toplantıya vardığımda benden önce gelenler şaraplarını çoktan açmış ve
demlenmeye başlamışlardı bile. Yağmur yüzünden bu gecenin çoğunlukla
içeride oyunun oynandığı masanın çevresinde geçeceği belliydi. Halim
elindeki “Mustafa” filminin DVD’sini Güven’e uzatırken “En sıkıcı
filmlerden biri” dedi, “içinde konu diye birşey yok, Uzerinde konuşmaya
bile değmez” diyerek kestirip attı. Nedense, Türkiye’de büyük
tartışmalara konu olan bu film uzun süre gündemin ana maddesi olmuştu.
Acaba aynı saptamayı Türkiye’de yapan bir aydın oldu mu, hatırlamıyorum.
Herhalde yine bir deli kuyuya bir taş atmıştı ve kırk akıllı o taşı
çıkarmak için kolları sıvamıştı. Türkiye’de zaten oldum olası benzer
durumlar hep yaşanırdı. Simdi de, “Belge” denen bir dizi iddiaların
gerçek mi, sahte mi olduğu tartışılıyordu. Gerçek olduğuna inananlar ile
inanmayanların oluşturduğu siyasi kamplaşma yüzünden Türkiye kendi
kendini tuşa getiren bir pehlivana benziyordu. Her iki kamp da, kendi
inandıkları senaryolar üzerinden bu işi başlatan gizli ellerin ekmeğine
yağ sürüyordu.
Bence iyi ki, Türkiye’den uzaklarda, bu kamplaşmaların ötesindeyiz,
Bilgi düzeyimizle her iki kampa da eşit mesafedeyiz.
zaten yaşımız gelmiş elliye,
Michael Jackson olayı da hatırlattı “Elveda” bile diyemeden rahmetli olacağımızı bize,
Hayatta önemli olanlar ailen ve yakın dostların, memleketin içine edenler yaptıklarından utansın,
Hepsini boşverelim, şaraba devam edelim…
Bu sefer de siyasetsiz ve siyasi yorumsuz sohbetlerimizle
Gecenin oynanan oyunlarına bir göz gezdirelim.
Ben Bülent ile ortak olmuştum,
ilk oyunumuzda eksi ondört ile Allah’ın gazabına uğratılmıştık.
Ne elimize alır kağıtlardan gelmişti ne de gelen sayılar ile bir deklere yapılabildi.
Karşı takım’da Mehmet almış eline Faruk’un altın kaplamalı tespihini,
Sakalı olmasa da sürtüp duruyordu tespihe çenesini,
“Galiba işin sırrı bu tespihdedir” dedim ve Mehmet’in topladığı onlarca puanın nereden geldiğini belirledim.
Uğurlu geldiğini anladığım tespihe bir de ben bir el sürüp yüzümde gezdirdim,
O andan sonra oynadığımız oyunlarda üç dört değil, beş, altı sinek’e kontur çeken rakipleri yensin diye
Bülent’e her elde onbeş, yirmi puan verdim.
Birdenbire skor tablosu altüst olmuştu, birbiri ile ortak düşen bacanakları hiç de ummadıkları bir telaş sarmıştı.
Diğer takımlar da güçlerini ortaya koydular, yaptıkları zonlarla tespihin uğuruna inanmaya başladılar.
Erden ve Tonguç’un oluşturduğu takım, Halim ve Faruk’a zorlu anlar yaşattı,
Bulaşığı kimin yıkayacağı Faruk’un hata yapmadan oynamasına bağlıydı.
Fakat olan oldu ve hata yapıldı, galiba bulaşıkları zaten başkaları çoktan yıkamıştı.
Aslında, hayat buydu işte, seçimler ve kararlar onun akışını belirleyen şeylerdi,
Hafife almaya gelmez… Uzerinde ciddi ciddi düşünmeyi gerektirirdi.
Bu arada oyunlar arasında dışarıda saçak altında yarı ışlanmayı göze alarak sigaralar içildi,
Vietnam’ lı balıkçının balıkları ile diğerlerinin kestaneleri lezzet konularını belirledi.
Pişirdikleri yemekleri anlatanlar ağzımızın suyunu akıttı,
Allah’tan içerideki masada tat alacağımız sulu mandalinler vardı.
Celal ile kabab meselelerini konuştuk,
Kebapların yanına bazı geleneksel Türk yiyecekleri katmanın söylemesi kolay bir iş olduğunu hayretyle anladık.
Celal, bir tepeyi almak için bütün askeri gücünü ve yeteneğini kullanmış bir komutan edasıyla her denediklerini anlattı
Ama işte karşısındaki çiğ süt emmiş insanoğluydu ve ağzının tadını bile bilemediğinden
Celal bu işleri birdaha denemeye kalkışmayacaktı
Simdilerde hayat pahalılaştı, eskiden tonla alınan mallar artık kiloyla satılmaya başladı
Bu Avustralya’da yiyecek satan dükkancı esnaf bir araya gelip de bir ortak mal almaktan aciz
Bu yüzden kaçırdıkları satışların büyüklüğünü anlatmaya kelimeler yetersiz
Gece ilerledikçe yağmurun dinmeyeceği müşaade edildi, bazılarımız eyvallah deyip çekti gitti
Gidenler gitmişti, yolun yarısına çoktan gelmişlerdi,
Geriye kalanlar olarak ben, Ekrem ve bacanaklar, yeni bir sohbete dalar olmuştuk.
Osmanlı’daki kültürel ve tarihi zenginlikten başladık,
Cumhuriyet’te bize öğretilenlerin yanlışlığında sohbeti koyulaştırdık
Neresinden baksan Cumhuriyet dönemi bir elektrik akımı gibi bir uçdan diğerine sıçramalar yaratmıştı,
Bu öncü sıçramaların sonrasında yaratılması gereken kullanılabılır akımın ince ayarına AKP ile başlanılmıştı
Tarihci professor Kemal Karpat hakli bir tesbitde bulunmuştu,
Bugünün Türkiye’sinde millet, bıraktığı yerden, yeniden Osmanlı kültürünü temel alan devletini kurmaktaydı
Bundan sonrasında, sözü daha fazla uzatmayalım dedik, birbirimizle değiş
tokuş yaptığımız kitapları koltuk altına sıkıştırıp gelecek sefere
buluşmak üzere evlere doğru dağıldık.
CumaBriç Editörü
FOTOGRAFLAR
Mehmet’in tespih sayesinde topladığı puanlara bir örnek
Bülent 5 sinek açılımına konsantre olmuş, eh bana da şarabı yudumlamak düşüyor
Karşılıklı kozların ortaya sürüldüğü an
Faruk elindeki tespih ile güç topluyor
Hepimizin son oyuna odaklandığı anın bir başka açıdan görüntüsü
Yapılan hataya beş varken…
0 comments:
Post a Comment