MASALAR ve HATIRALAR
Çocukluğuma dair hatıralarımın zihnimde oluşturduğu fotoğraf albümlerinden ilki
Diyarbakır'da geçirdiğimiz yıllara ve bir daha dönmemek üzere oradan ayrıldıktan
sonra uzun bir tren yolculuğu sonunda Izmir'de Basmane garına varışımıza
aitdir.
Diyarbakır bende hiç silinmeyen görüntüler bıraktı. Oturduğumuz apartman,
askeri hava üssünde görevli askerlere tahsis edilmiş olan lojmanlardan biriydi.
Dairenin bir odası ramazan aylarında iftarın başlayış anını duyuran kuru sıkı
topların atıldığı bir tepeye bakıyordu. Odada duvarın yanında kapıdan girerken
sol tarafa düşen yerde bir sandık dururdu. O yıllarda ilkokula başlamış olan
benden altı yaş büyük ağbimle birlikte o sandığın üstüne çıkar ve boyumuzun
elverdiği kadarıyla elde edebildiğimiz bir görme açısından ramazan topunun
ateşlendiği anı yakalamaya çalışırdık. Bugün bile gözlerimin önündedir o top
namlusundan çıkan isli ve parça parça olmuş bez yığınlarının havada ucuşmaları.
Bu an, her ikimize de çok heyecan verir ve asker bir ailenin çocuklari olarak,
askerlerle dolu bir şehirde, büyükler için sıradan bir şeymiş gibi görülen bu
top atışını ben oyunlarımın bir parçası haline getirir ve başlattığım askeri
bir saldırının işareti sayardım.
Bu sandığın üstü yarım ay şeklinde olduğundan çoğu kez, ben küçük yaşımda, onun
üstünde dengemi muhafaza ederek durmakta zorlanırdım. Ağbim, her seferinde
sandığın üstünde önümde durup pencereden en iyi görüntüyü almaya çalışırdı. Ben
de arkasında, duvarla vücudu arasında kalan boşluklardan kendimce bir görüntü
yakalamaya çalışır bir yandan da bir sağa bir sola yalpalayıp dururdum. Böyle
anlardan birinde ayağım kayıp sandıktan aşağıya yuvarlandim. Ben düşer düşmez
de top atışı yapıldı. O anı kaçırmış olmanın öfkesiyle, bütün hırsımla bağırıp
ağlamaya başladım . Cok bağırıp, tepinmiş olmalıyım ki, bu andan sonra geriye
hatırladığım şey babamın ağbimle beni okkalı bir dayaktan geçirişiydi. Sonraki
yıllarda, bu olay her aklımıza gelip konuşulduğunda, annemin bize atılan bu
dayak olayından sanki o dayağı kendisi yemiş gibi bir tavır ve öfkeyle
bahsettiğini görmekten de ayrı bir iç rahatlığı duyardım.
O akşamdan sonra tekrar top atışlarını seyrettiğimi ya da seyretmek istediğimi
hatırlamıyorum. Aklımda kalan şey, dayaktan sonra yerde kurulu yer sofrasının
ucunda sessizce oturup, tavandan asılı duran tek ampullu ışığa gözlerimi
dikerek bakmaya başlayışımdır.
Aynen bu ışıga bakar gibi, gündüzleri de balkondan, bazen de balkona açılan
mutfağın camlarından bütün yakıcılığı ile gökde asılı duran güneşe gözlerimi
hiç kırpmadan bakardım. Ağbim bu konuda beni test eder ne kadar süre boyunca
hiç gözlerimi kaçırmadan güneşe bakabileceğimi keşfetmeye çalışırdı. Bunu
övünülecek bir meziyet olarak algılar ve kendim de yalnız başıma kaldığımda
defalarca güneşe uzun uzun gözlerimi hiç kırpmadan bakardım.
Diyarbakır'ın yerli halkı üstü dümdüz sıkıştırılmış topraktan ibaret bir damı
olan toprak evlerde yaşardı. Hemen her evin üstünde ortasından demir çubuk
geçirilmiş, tekerleğe benzer bir biçim verilmiş silindir taş ya da beton vardı.
Bunlar demire takılmış bir sap ile idare edilir ve bir ileri bir geri
hareketlerle bütün damın üstünde gezdirilerek, toprağın sıkılığını koruması
için kullanılırlardı. Ozellikle karlı,soğuk kış sabahlarında birçok damın üstü,
küreklerle karları temizlemeye çalışan ve bu silindirleri ileri geri hareket
ettiren erkeklerle dolup taşardı. Ben bunları balkondan seyreder, çocuklarına
isimlerini bilemediğim için sadece "kııızzz", "kıızzzzz"
diye bağırır ve ilgilerini çekmeye çalışırdım. Bu balkonda, bir sırmalı tabağın
içinde, yaldız renkli macuna benzer bir karışıma bulanmış haliyle, bir ucu
yıldız şekline getirilmis kalın telli bir cisim dururdu. Bugün bile onun ne
olduğunu ne olmadığını düşünmeye çalışırken, ona asla el sürülmemesi
gerektiğini hatırlarım ve bu düşünceyle irkilirim.
Babamın odada masa üzerinde tabancasının bütün parçalarını teker teker
söküşünü, onları amerikan bezi ile silip temizleyişini,sarı metal pirinç renkli
bir mekiğin ortasından geçirilmiş bezle namluyu içindeki kirlerden
arındırışını, sonra tekrar itina ile parçaları bir araya getirişini
hatırlıyorum. Daha sonrakı yıllarda, her Kıbrıs gerilimi yaşandığında bu
tabancalar yeniden ortalığa çıkacak ve evlerde, şeytan doldurmasına karşı
koruma olsun diye akşamları tavan arası gibi ulaşılması zor köşelere
tıkıştrılacaklardı. Herbiri kovboy tabancaları gibi tahta kabzalı, uzun
namlulu, ve koca cüsseli idi. Iki elimi tutarak tetiğini çekmeye çalışsam bile
bunu başaramazdım. Tabancanın bir çocuk işi olmadığını o zaman anlamıştım.
Oturduğumuz apartmanda üst katta oturan ailenin yaşlı bir teyzesi vardı.
kızlari ile apartmanın merdivenlerinde bir aşağı bir yukarı koşuşturduğumuzda
kaza olma ihtimalini yok etmek için bize sert dille çıkışır, oyunu durdurmamızı
ister ve eğer bu çıkışı yeterli kalmıyorsa o zaman, bizi en oturaklı şekilde
korku ile sindirmek için gözlerinin üst kapaklarını içinden ters çevirerek
yukarıya yapıştırır ve alabileceği en canavar yüz ifadesi ile gözlerini açarak
bize bakardı. O bakışlarla, bir seyler söylemesi gerekmez, biz zaten yarı insan
yarı şeytan misali bir canavar ile karşı karşıya gelmiş olmamızın can havliyle
olduğumuz yere çökerdik. Sanırım bu bende bilinç altında bir öç alma duygusu
uyandırmış olmalı ki, bir sabah annemle birlikte apartmanın terasına çamaşır
asmaya çıktığımızda, annemin kendi işiyle oyalanmasını firsat bilerek üstteki
bacalardan içeriye sarkarak bakmış ve büyük bir zevkle bacanın birinin altında
gördüğüm ocakta pişen yemeğin, kapaksız, açık tenceresinin içine terasda
bulduğum taşları, tuğla kırıntılarını teker teker atmıştım. Annem bunu fark
ettiğinde iş işden geçmişti ama ben de atılan taşlarla hem öcü bakışlı teyzeye
karşı hıncımı almış hem de atılan taşlara rağmen, eski gaz ocağının üstünde
duran bir tencerenin,dengesini bozmadan ayakta kalabileceğini ve fokurdamasına
devam edeceğini deneysel olarak kanıtlamıştım. Bu terasda vakit geçirmek hoşuma
giderdi çünkü tepemizde uçup duran uçakların süzülüşünü, hızını, gürültüsünü,
güneşle yansıyan çelik gövdelerini bütünüyle görür, uçakları gözden kaçırmadan
etrefımda döne döne doyasıya seyrederdim. Yine aynı terasda, Pazartesi
sabahları bayrak çekme törenine uygun adım marşla giden askerleri seyreder,
davulun çıkardığı ritmin yankılarına, ağzımla çıkardığım davul sesleriyle
karşılık verirdim. Bazen bu merasimi aşağıda, sokakda karşılar, askerlerin
önünde onları taklit ederek, yürümeye çalışırdım.
Diyarbakir'dan Izmir'e dönerken, bir kaç gün süren uzun bir tren yolculuğu
yapttık. Aklımda kalan görüntüler, yolculuk boyunca benim pencereden dışarı
kafamı çıkarıp, avazım çıktığı kadar yüksek sesle şarkılar söylemeye çalıştığım
anlardır. Izmir'de Basmane garına vardığımızda küçük dayım Necdet, kalın siyah
çerçeveli gözlüklerinin ardında bana büyük bir gülümseme ile bakmış ve bir
yandan el sallayıp adımı bağırırken, bir yandan da vagonun hızına ayak
uydurarak koşmuş ve, bana kendini hatırlatıp, sevdirmeye çalışmıştı. Tren
durduğunda beni vagonun camından dayımın kollarına bıraktılar. Sanırım o
noktadan sonra kucaktan inmeden anneannemlerin evine kadar götürüldüm.
Altın Park'a yakın, Etiler mahallesindeki evin olduğu sokağa girdiğimizde,
annemin kız arkadaşları, komşular büyük bir sevinç gösterisinde bulunmuş ve
kızları Nükhet giydigi yeşil üzerine beyaz puantiyelerle süslü elbisesi ile
çocuksu bir içtenlikle beni kardeşi gibi sarıp sarmalamış ve öpmüştü. Evin
girisinde, “Hayat” dediğimiz bahçeye açılan odanın orta yerinde, sonradan uzun
yıllar içinde benimle birlikte büyüyüp, yaşını başını almış olmasına rağmen,
sağlamlığından ve kullanışlığından hiçbir şey yitirmeyen ve bu hali ile,
ailenin üç nesline hizmeti başarıyla sürdüren, üstü krem rengi el işlemeli örtü
ile örtülmüş bir masa duruyordu.
Yıllar içinde, bu masanın evin en kullanışlı eşyalarından biri olduğunu görmüş
ve onun kendine has özel bir ayrıcalık taşıdığını evdeki herkesin bilmesine
rağmen bunu bahsedilecek bir konuya dönüştürmeden, sessizce kabullendiklerini
farketmiştim. Bu masa sayesinde, bütün ailenin eksiksiz kadroyla toplandığı en
guzel ve en mutlu anları yaşanmış, misafirler ve dünürler, yapılması gün boyu
süren zahmetli ve lezzetli yemeklerle bu masada ağırlanmış, bayramlar
kutlanmış, üstünde baklavalar ve börekler açılmış, tarhanalar serilmiş, etrafinda
oturulup, mahallenin komşularıyla çeşitli sohbetler yapılmış, bu fakir ve aciz
insanların son birkaç gündür hissettikleri ve bir türlü anlam veremedikleri
garip iç sıkıntılarını hangi hayıra yormaları gerektiğini bulmak maksadıyla
bakılan kahve fallarında ise, iki vakte kadar ortaya çıkmaları çok muhtemel
bulunan ve ejderha kılığına bürünmüş olan sinsi husumetlerin hepsi, birer birer
görülmüş, çoğunlukla da insanın arkasından kuyu kazan tipleri temsil eden bu
kötülüklerin berteraf edilmesi için de komşulara çeşitli tavsiyelerde
bulunulmuştu. Yeri geldiginde bu masanın üzerinde saatler boyu ütüler yapılmış,
öğle ve akşam yemeklerinde bir yandan Zafer Cilasun’un okuduğu radyo haberleri
dinlenirken, çoğu zaman Ecevit alkişlanıp, diğerleri yuhalanmıştı. Hele o
kaoslu örfi idare günlerinde, masanın ortasına transistörlü radyo yerleştirilir
ve çıt çıkarmadan, takınılabilecek en ciddi yüz ifadeleriyle sıkıyönetim
komutanlıklarının yayınladığı birinci, ikinci, üçüncü ve hatta kırküçüncü
bildirileri dinlenip siyasi gelişmelerin yorumları yapılmıştı. Kıbrıs’ın,
Yunanistan ile aramızda çıkabilecek bir savaşın sebebi olduğu zamanlarda
yapılan gece karartmalarında masanın çevresi hüzünlü sessizliklerin yaşandığı
bir köşeye dönüşmüş, üstüne dizilen iskambil kağıtları ile çıkacak mı
çıkmayacak mı falları açılmış, “Burda” isimli moda dergilerinden alınan kesim
örnekleri ile kumaşlara şekil verilmiş, etekler, gömlekler, elbiseler hiç bıkıp
usanmadan sabırla, hem kocalara, hem çocuklara hem de gelinlere ve torunlara
dikilmiş, bayramı kutlamaya gelenlere masada duran çukulatalar ile nane ve muz
likorleri ikram edilmiş, çiğ köfteler o masada yoğurulmuş, Çeşme sahillerinden
botla balığa çıkma planlarından önce, kullanılacak oltaların iğneleri yine o
aynı masanın başında gözden geçirilmiş ve misinaların asla çözülemeyecek gibi
görünen düğümleri de büyük bir itina ve sabırla o masada çözülmüş, çocukların
okul arkadaşları o masada ağırlanmış, birlikte dersler çalışılmış, seyredenler
için her açıdan rahatlıkla görülebilsin diye masanın üstüne oturtulan
televizyonun siyah beyaz yayınlarında Mintax marka çamaşır ve bulaşık
tozlarının reklamları ile Uzay Yolu kahramanlarının Moğol yüzlü cani
Clingon'lara karşı verdigi galaksiler arası mücadele seyredilmiş, yine o
masanın etrafindaki aile sohbetlerinde, bir yandan bol köpüklü kahveler
içilirken, bir yandan da yıllar içinde mahalleden taşınarak zengin semtlere
yerleşen diğer iyi ailelerin çalışkanlıkları imrenilerek anlatılıp konuşulmuş,
birbiri ardına ölümlerle yitirilen aile fertlerinin acıları, uzak şehirlere
giden oğulların ardından yaşanan hayal kırıklıkları ile günlerce göz yaşları
dökülmüş, Orhan Gencebay’dan “Batsın bu dünya” dinlenmiş, tank birliğinde
askerliğini yapan dayımın askerlik fotoğraflarına bakılarak Sarıkamış’ın soğuğu
ve karla kaplı sokakları günlerce konuşulmuş, ikindi saatlerinde fırından yeni
çıkmış, el yakacak kadar sıcak, susamı bol gevrekler(simit) o masaya
serildikten sonra, zevkini çıkara çıkara çay ve beyaz peynirle birlikte
yenmişti. Çeşitli kereler, o masanın etrafinda pozisyon alan aile fertlerinin
mutlu pozlar verdiği fotoğraflar çekilmiş, Ajda Pekkan, Gönül Yazar ve
Adamo’nun şarkıları ile Seracettin Tanyerli’nin tangoları ve italyan Pepino Di
Capri ’nin `Melancolie`
şarkısı (o sıralarda beni ilgilendiren bu şarkının romantizmi değil fakat arka
planda kullanılan rüzgar uğultusu ile ıslık sesiydi) defalarca dinlenmiş,
mahalleye yerleşen yeni ailelerin taşralılıkları, cahillikleri, kavgacı
karakterleri parmak ısırılarak ziyarete gelen halalara, teyzelere, hatırı
sayılır eski aile dostlarına ve akrabalara detaylarıyla hikaye edilmiş, şimdiki
zamanın insanlarının, gençlerinin birer garip tipler haline geldikleri,
özellikle de kendilerinden dert yakınılan gelinlerin saygısızlıkta ve
hayırsızlıkta birbirleri ile yarışır oldukları, fakat heyhat, kendileri de
dahil olmak üzere, eski zaman gelinlerinin evin hizmetçisi gibi yaşamalarına ve
hor görülmelerine rağmen iyi huylarıyla herşeye katlanan birer melek oldukları
ve hep başkalarına hizmet etmekten dolayı güzelim gençliklerinin heba olup
gittiği, bu yüzden hiçbirinin hayatta gün yüzü görmediği de, iç çekilen bir
hüzünle ve esef dolu sözlerle dile getirilmiş, o masada herkesle birlikte,
uzaktakilere uzun uzun mektuplar yazılmış, gelen mektuplar da yüksek sesle ve
tane tane, bir padişah fermanını okur gibi okunmuş,yaz aylarında, geceleri yine
o masanın bir köşesinde oturulurken bir yandan da Izmir fuarının paraşüt
kulesinden atlayanlar seyredilmiş, geç saatlerde rüzgarla birlikte gelen gazino
gürültüleri arasında Zeki Müren'in şarkıları ve Beyaz Kelebek’lerin müzikleri
duyulup dinlenir olmuş, yıllar boyunca, 60'lı yılların ikinci yarısında ve
70’lerde Akşam, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde Abdi Ipekçi’nin, ve Çetin
Altan’ın, Refik Erduran ve Ilhan Selçuk’un, Hasan Pulur ce Burhan Felek’in köşe
yazıları sabah keyfini çıkarmak amacıyla satır satır annem tarafindan yüksek
sesle başta anneanneme ve hepimize okunur olmuştu.
Hayatlarımıza girerek bütun aileyi kuşaklar boyu kendine bağlamayı başarabilen
bu masanın gizli bir tılsımı olduğuna inanmışımdır. Rahmetli anneannemin
deyimiyle ta Alman harbinden (ikinci dünya savaşı) kalma vazolar, surahiler,
sandalyeler, koltuklar ve benzeri eşyalar zamanla yıpranıp, elden çıkarılırken
bu masa her zaman varlığını koruyabilmiş ve ailenin hem eski hem yeni üyelerini
kendi çekim alanında tutmayı başarabilmistir.
CumaBriç’in de böyle tılsımlı eşyalar ile çevrelendiğine inanıyorum. O tılsımın
zaman içinde bizimle birlikte büyüyüp gücünü artırdığından da eminim. Ve o
gücün, gün gelip, mangaldan yükselen ateş olduğunu, ya da içtiğimiz çayda,
yaktığımız sigarada, yudumladığımız şarapda ya da kazandığımız oyunda bir keyfe
dönüşerek ruhumuzu esir aldığını hissederim . Böylece, ruhumuzda taşıdığımız o
tılsımı kendimizle birlikte başka mekanlara ve toplantılara taşır, onun
etrafımızı çevreleyen eşyalardan birinde, özellikle de bir masada yeniden açığa
çıkmasına vesile oldugumuzu bilirim. O andan sonra masa sadece bir eşya olmaktan
çıkıp hepimizin düşüncelerine, dertlerine, mutluluklarına, hayallerine, hayal
kırıklıklarına, hatıralarına, kahkahalarına, yorumlarına, gündeme dair
tespitlerine, hayretlerine, dileklerine, umutlarına ve inançlarına istisnasız,
hiçbir karşılık beklemeden ortak olan, sahip çıkan ulvi bir varlığa dönüşür.
O akşam Ekrem’in evinde yaptığımız toplantıda da tılsımın yine bir masayı ele
geçirdiğine şahit oldum.
Bir surpriz olarak Ekrem herkese e-mailler gönderip evinin Briç toplantısı için
o gece müsait olduğunu bildirdi. Bizim geleneksel toplantı zamanımızdan bir
hafta öncesi olmasına rağmen hepimiz bu davetin üstüne balıklama atladık ve
yine saat sekiz civarında Ekrem’in evinde buluştuk. Ekrem’in evi de aynen geniş
bir arazi üzerine kurulmuştu ve ön giriş bahçesi olabildiğince geniş arabaları
rahatlıkla sığdirabilecek kapasitede idi.
Eve girdiğimde takımlar oyunlarına başlamışlardı çoktan, diğer toplantıların
aksine ortalıkta bir muzik sesi vardı fakat müzik sadece masanın duvar
kenarında oturan oyuncu tarafından şöyle ya da böyle ancak duyuluyor, diğerleri
de süt dökmüş kedi gibi sessiz ve sakin bahçede ele aldıkları bir meseleyi
fısıldaşıyorlardı. Sonradan anladım ki, bu müzik internet sitesinden yayın
yapan radyo kanallarından gelmektedir ve herkes oyunların haricinde sadece koyu
bir sohbeti yeğlemektedir. Içerideki geniş salonun bir köşesinde oyun masası ve
oyuncular yer almış, karşı duvar tarafında koca cüssesiyle duran televizyon
Turk kanallarına ayarlanmış, ona bakan tam karşı duvara bitişik mutfak
bölümünde ise getirilen şarapların, yiyeceklerin kadehlere ve tabaklara
servisleri yapılmış ve salonun devamı olan yan bahce ve havuzun salona bitişik
kısmında duran bir masada ve çevresinde her zaman alışık olduğumuz üzere
memleket ve spor meseleleri ele alınıp konuşulmaya başlamış.
Ben toplantıya geç katıldığımdan, Celal ile ortak olmuştum ama ilk oyunumu
rakip takımdan Ibrahim ile oynadım, fakat bunun Ibrahim’in dikkatle hazırladığı
bir “conspiracy” olduğunu geç anladım, “Sana kolay gelsin” deyip beni kaderime
terk etti, üç sanzatu ile oyunu açmıştık ama, Güven sinekleri arka arkaya
bastıkça beş batmak Allah’ın emriydi, Neyse ki, Celal sonradan ortak olarak
oyuna katıldı ve sorunların çözümü kolaylaştı, diğer oyunların hepsini Türker,
Tonguç, Celal üçlüsü başarıyla noktaladı. Bu arada Ibrahim gücünü alamamıştı,
ortağı Ekrem’e de ayrı bir “conspiracy” uyguladı, beş sinek ile oyunu açtırıp
Ekrem’i Celal’in pençelerine bıraktı, binaenalyh, Celal’in derdi oyunu batırmak
değil, Ibrahim’in mantığını deşifre etmekti, Ibrahim bastırdı “Ben oynasaydım
rahatlıkla çıkardım” dedi, Celal ellerindeki sineklere bakıp “La havle, vela
Kuvvet” çekti, bu tür durumlar diğer oyunlarda da baş göstermiş miydi
bilmiyorum, çünkü ben tılsımın çekiminde çoktan bahçedeki masanın etrafında
yerimi almış, benden önce tılsımlanmışlara katılmıştım.
Masada büyük tartışmalar vardı, spor bunların ilk sırasını almıştı. Erden dedi
ki, “Mısır futbol takımında kabiliyetli çok, Italya’yı bile dize getirdiler,
bunların hiç şakası yok”. Bazılarımız bu tespite katıldı, diğerlerimiz konuyu
Daum’dan açtı. Ben sordum “Daum niye getirilir ki tekrar Türkiye’ye”, onlar
cevap verdiler “Adam iki sene üstüste şampiyon yapmadı mı, Gayet normaldir
getirilmesi” diye. Sonra sözler bir dolu eski oyunculara ta Gökmen ve Yasin
Ozdenak kardeşlere, Karagümrüklü Kadri’ye, Eskişehir’li Fethi’ye, Hacettepeli
Katil Nuri’ye (sahaya konan güvercini tekme ile öldürmüştü), Göztepe’li kaleci
Varol’a kadar uzandı. Böyle böyle eskiyi anmak güzeldi, hiç olmazsa benim spor
sohbetine tek katkı yapabildiğim bir şeydi.
Sonra konuşmalar yönünü değiştirdi, tarihden, utanmaz üniversite hocalarının
öğrencilerinden çaldığı bilimsel çalışmalardan, ne yazık ki, bunu alışkanlık
haline getiren bir Türk öğretim üyesinden, Erden’in doktora çalışmasına başlama
kararından, bu konuyla ilgili olarak Mehmet’in madencilik fakültesindeki
professor arkadaşı Peter ile görüşmesinden, Peter’in gerekli işlemlere başlama
isteğini göstermemesinden, Mehmet’in Peter’a arka çıkan sözlerinin Erden’in tasını
attırmasından, konunun biraz daha derinleşerek detayları ile ortaya
dökülüşünden, karşılıklı e-mail ve yazışmalardan, Erden’in bütün ısrarlarına
rağmen aylar geçtiği halde, Peter’in Erden’e olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap
göndermemesinden (bu arada Erden tekrar Mısır takımının başarısına dikkat
çekmeyi de konusmalarına ilave etmişti) Mehmet’in kendini istemeden de olsa bir
tartışmanın içinde bulmasından bahsedilmiş ve Erden’in artık bu konuda konuşma
isteğinin kalmamasından sonra konu değiştirilmiş ve uçak kazalarına
getirilmişti. Atlas okyanusuna düşen Fransız uçağında yolcuların yaşayabileceği
dehşet anları ve belki de uçak havada parçalandığında ortalığa savrulan
insanların donma noktasındakı yükseklikte çoktan ölmüş olabilecekleri üzerine
fikirler ileri sürüldü. “Bu konu esrarını uzun süre koruyacak” dedik ve başka
uçak kazalarından örneklere daldık “Air Crash Investigation” programları
birçoğumuz tarafından seyrediliyor olmalı ki, bazı birbirine benzer uçak
kazaları, detayları karıştırılarak anlatılmaya çalışıldı, kule ile pilot
arasındaki teknik konuşmaların sırası ve inceliği de Faruk’un tecrübelerinden
bize aktarıldı. Bu arada Erden de masada tılsımlanmışlardan biri olarak
konuşmalarda yerini alıyor ve Mısır futbol takımının başarısına dikkatimizi çekiyordu.
Nasıl olduysa başladık yılan hikayelerine, Avustralya’nın meşhur zehirli
yılanlarına, ısırmakla kalmayıp bir de uzaktan tüküren türlerine, aslında kedi
kadar sakin ve zararsız olanlarına, yeşil renkli ağaç yılanlarına, havada uçan
türlerine, bunların NASA tarafından yapılan araştırmalara konu olmalarına,
herbirimizin yılanlar ile yaşadığımız tecrübelerimize dair hikayelerimize. Ben
şimdi bu hikayelerin hepsini buraya aktarırsam yazımın tam bir yılan hikayesine
döneceğini düşündüğümden bu istekden vaz geçiyorum ve konuyu tekrar masanın
etrafındaki tılsıma getiriyorum. Artık varlığını ve gücünü bana iyice
farkettiren bu tılsımın etrafımdakileri de etkilediğini görmekten ve onların
bir gün benim yaptığım gibi bu gücü farkedeceklerini bilmekten büyük bir haz
aldım. Nerede ve ne şart altında olursa olsun, CumaBriç’i kanatları altına alan
bu tılsım bizi günlük sıkıntılardan çekip çıkarıyor ve bize sunduğu dünyada her
birimizi bir bilge vezir mertebesine yükseltiyordu. Bilgelik ile vezirligin
birleştiği yerde elbette ele alınan memleket meselelerine insani çözümler
bulmak işin doğası gereği idi; “Olayların kendi detaylarında kaybolup gitmek
yerine, olayların insanlar üzerinde yarrattığı etkileri incelemek asıl üstünde
önemle durulması gereken noktadır” dedi Halim hoca. Bu anlayışla Türkiye’de
açık oturumlara çıkan gazeteciler ile Avustralya’nın gazetecilerini ele alıp
irdeledik. Gördük ki, Türk gazeteciler durmadan olayların peşinde sürüklenen
halleri ile katıldıkları konuşmalarda kendi görüşlerini beyan ederlerken,
Avustralya’dakiler ise görüş değil oluşan durumların yarattığı yeni sonuçlar
ile ne gibi etkilenmelerin söz konusu olabileceğını vurgulamaya çalışırlar.
Gece boyunca Ekrem’in misafir ağırlar gibi bizi rahatlattırmak için gösterdiği
çabalar ve ikram ettiği çaylar, kızartılmış ekmekler ile bir yandan yiyip içtik
bir yandan da geleneksel sohbetlerimize dalıp gittik. Iyi ki Ekrem’in aklına
geldi ve bu toplantıyı organize etti. Güzel ve sakin bir geceydi. Durmadan
azgın haliyle yağıp ortalığı sellere boğan yağmurlarla geçen can sıkıcı bir
hafta sonuna güzel bir renk katmış oldu.
CumaBriç Editörü
0 comments:
Post a Comment