Home » » 19 Haziran 2009 CumaBric Gecesi

19 Haziran 2009 CumaBric Gecesi


MASALAR ve HATIRALAR

Çocukluğuma dair hatıralarımın zihnimde oluşturduğu fotoğraf albümlerinden ilki Diyarbakır'da geçirdiğimiz yıllara ve bir daha dönmemek üzere oradan ayrıldıktan sonra uzun bir tren yolculuğu sonunda Izmir'de Basmane garına varışımıza aitdir.

Diyarbakır bende hiç silinmeyen görüntüler bıraktı. Oturduğumuz apartman, askeri hava üssünde görevli askerlere tahsis edilmiş olan lojmanlardan biriydi. Dairenin bir odası ramazan aylarında iftarın başlayış anını duyuran kuru sıkı topların atıldığı bir tepeye bakıyordu. Odada duvarın yanında kapıdan girerken sol tarafa düşen yerde bir sandık dururdu. O yıllarda ilkokula başlamış olan benden altı yaş büyük ağbimle birlikte o sandığın üstüne çıkar ve boyumuzun elverdiği kadarıyla elde edebildiğimiz bir görme açısından ramazan topunun ateşlendiği anı yakalamaya çalışırdık. Bugün bile gözlerimin önündedir o top namlusundan çıkan isli ve parça parça olmuş bez yığınlarının havada ucuşmaları. Bu an, her ikimize de çok heyecan verir ve asker bir ailenin çocuklari olarak, askerlerle dolu bir şehirde, büyükler için sıradan bir şeymiş gibi görülen bu top atışını ben oyunlarımın bir parçası haline getirir ve başlattığım askeri bir saldırının işareti sayardım.

Bu sandığın üstü yarım ay şeklinde olduğundan çoğu kez, ben küçük yaşımda, onun üstünde dengemi muhafaza ederek durmakta zorlanırdım. Ağbim, her seferinde sandığın üstünde önümde durup pencereden en iyi görüntüyü almaya çalışırdı. Ben de arkasında, duvarla vücudu arasında kalan boşluklardan kendimce bir görüntü yakalamaya çalışır bir yandan da bir sağa bir sola yalpalayıp dururdum. Böyle anlardan birinde ayağım kayıp sandıktan aşağıya yuvarlandim. Ben düşer düşmez de top atışı yapıldı. O anı kaçırmış olmanın öfkesiyle, bütün hırsımla bağırıp ağlamaya başladım . Cok bağırıp, tepinmiş olmalıyım ki, bu andan sonra geriye hatırladığım şey babamın ağbimle beni okkalı bir dayaktan geçirişiydi. Sonraki yıllarda, bu olay her aklımıza gelip konuşulduğunda, annemin bize atılan bu dayak olayından sanki o dayağı kendisi yemiş gibi bir tavır ve öfkeyle bahsettiğini görmekten de ayrı bir iç rahatlığı duyardım.

O akşamdan sonra tekrar top atışlarını seyrettiğimi ya da seyretmek istediğimi hatırlamıyorum. Aklımda kalan şey, dayaktan sonra yerde kurulu yer sofrasının ucunda sessizce oturup, tavandan asılı duran tek ampullu ışığa gözlerimi dikerek bakmaya başlayışımdır.

Aynen bu ışıga bakar gibi, gündüzleri de balkondan, bazen de balkona açılan mutfağın camlarından bütün yakıcılığı ile gökde asılı duran güneşe gözlerimi hiç kırpmadan bakardım. Ağbim bu konuda beni test eder ne kadar süre boyunca hiç gözlerimi kaçırmadan güneşe bakabileceğimi keşfetmeye çalışırdı. Bunu övünülecek bir meziyet olarak algılar ve kendim de yalnız başıma kaldığımda defalarca güneşe uzun uzun gözlerimi hiç kırpmadan bakardım.

Diyarbakır'ın yerli halkı üstü dümdüz sıkıştırılmış topraktan ibaret bir damı olan toprak evlerde yaşardı. Hemen her evin üstünde ortasından demir çubuk geçirilmiş, tekerleğe benzer bir biçim verilmiş silindir taş ya da beton vardı. Bunlar demire takılmış bir sap ile idare edilir ve bir ileri bir geri hareketlerle bütün damın üstünde gezdirilerek, toprağın sıkılığını koruması için kullanılırlardı. Ozellikle karlı,soğuk kış sabahlarında birçok damın üstü, küreklerle karları temizlemeye çalışan ve bu silindirleri ileri geri hareket ettiren erkeklerle dolup taşardı. Ben bunları balkondan seyreder, çocuklarına isimlerini bilemediğim için sadece "kııızzz", "kıızzzzz" diye bağırır ve ilgilerini çekmeye çalışırdım. Bu balkonda, bir sırmalı tabağın içinde, yaldız renkli macuna benzer bir karışıma bulanmış haliyle, bir ucu yıldız şekline getirilmis kalın telli bir cisim dururdu. Bugün bile onun ne olduğunu ne olmadığını düşünmeye çalışırken, ona asla el sürülmemesi gerektiğini hatırlarım ve bu düşünceyle irkilirim.

Babamın odada masa üzerinde tabancasının bütün parçalarını teker teker söküşünü, onları amerikan bezi ile silip temizleyişini,sarı metal pirinç renkli bir mekiğin ortasından geçirilmiş bezle namluyu içindeki kirlerden arındırışını, sonra tekrar itina ile parçaları bir araya getirişini hatırlıyorum. Daha sonrakı yıllarda, her Kıbrıs gerilimi yaşandığında bu tabancalar yeniden ortalığa çıkacak ve evlerde, şeytan doldurmasına karşı koruma olsun diye akşamları tavan arası gibi ulaşılması zor köşelere tıkıştrılacaklardı. Herbiri kovboy tabancaları gibi tahta kabzalı, uzun namlulu, ve koca cüsseli idi. Iki elimi tutarak tetiğini çekmeye çalışsam bile bunu başaramazdım. Tabancanın bir çocuk işi olmadığını o zaman anlamıştım.

Oturduğumuz apartmanda üst katta oturan ailenin yaşlı bir teyzesi vardı. kızlari ile apartmanın merdivenlerinde bir aşağı bir yukarı koşuşturduğumuzda kaza olma ihtimalini yok etmek için bize sert dille çıkışır, oyunu durdurmamızı ister ve eğer bu çıkışı yeterli kalmıyorsa o zaman, bizi en oturaklı şekilde korku ile sindirmek için gözlerinin üst kapaklarını içinden ters çevirerek yukarıya yapıştırır ve alabileceği en canavar yüz ifadesi ile gözlerini açarak bize bakardı. O bakışlarla, bir seyler söylemesi gerekmez, biz zaten yarı insan yarı şeytan misali bir canavar ile karşı karşıya gelmiş olmamızın can havliyle olduğumuz yere çökerdik. Sanırım bu bende bilinç altında bir öç alma duygusu uyandırmış olmalı ki, bir sabah annemle birlikte apartmanın terasına çamaşır asmaya çıktığımızda, annemin kendi işiyle oyalanmasını firsat bilerek üstteki bacalardan içeriye sarkarak bakmış ve büyük bir zevkle bacanın birinin altında gördüğüm ocakta pişen yemeğin, kapaksız, açık tenceresinin içine terasda bulduğum taşları, tuğla kırıntılarını teker teker atmıştım. Annem bunu fark ettiğinde iş işden geçmişti ama ben de atılan taşlarla hem öcü bakışlı teyzeye karşı hıncımı almış hem de atılan taşlara rağmen, eski gaz ocağının üstünde duran bir tencerenin,dengesini bozmadan ayakta kalabileceğini ve fokurdamasına devam edeceğini deneysel olarak kanıtlamıştım. Bu terasda vakit geçirmek hoşuma giderdi çünkü tepemizde uçup duran uçakların süzülüşünü, hızını, gürültüsünü, güneşle yansıyan çelik gövdelerini bütünüyle görür, uçakları gözden kaçırmadan etrefımda döne döne doyasıya seyrederdim. Yine aynı terasda, Pazartesi sabahları bayrak çekme törenine uygun adım marşla giden askerleri seyreder, davulun çıkardığı ritmin yankılarına, ağzımla çıkardığım davul sesleriyle karşılık verirdim. Bazen bu merasimi aşağıda, sokakda karşılar, askerlerin önünde onları taklit ederek, yürümeye çalışırdım.

Diyarbakir'dan Izmir'e dönerken, bir kaç gün süren uzun bir tren yolculuğu yapttık. Aklımda kalan görüntüler, yolculuk boyunca benim pencereden dışarı kafamı çıkarıp, avazım çıktığı kadar yüksek sesle şarkılar söylemeye çalıştığım anlardır. Izmir'de Basmane garına vardığımızda küçük dayım Necdet, kalın siyah çerçeveli gözlüklerinin ardında bana büyük bir gülümseme ile bakmış ve bir yandan el sallayıp adımı bağırırken, bir yandan da vagonun hızına ayak uydurarak koşmuş ve, bana kendini hatırlatıp, sevdirmeye çalışmıştı. Tren durduğunda beni vagonun camından dayımın kollarına bıraktılar. Sanırım o noktadan sonra kucaktan inmeden anneannemlerin evine kadar götürüldüm.

Altın Park'a yakın, Etiler mahallesindeki evin olduğu sokağa girdiğimizde, annemin kız arkadaşları, komşular büyük bir sevinç gösterisinde bulunmuş ve kızları Nükhet giydigi yeşil üzerine beyaz puantiyelerle süslü elbisesi ile çocuksu bir içtenlikle beni kardeşi gibi sarıp sarmalamış ve öpmüştü. Evin girisinde, “Hayat” dediğimiz bahçeye açılan odanın orta yerinde, sonradan uzun yıllar içinde benimle birlikte büyüyüp, yaşını başını almış olmasına rağmen, sağlamlığından ve kullanışlığından hiçbir şey yitirmeyen ve bu hali ile, ailenin üç nesline hizmeti başarıyla sürdüren, üstü krem rengi el işlemeli örtü ile örtülmüş bir masa duruyordu.

Yıllar içinde, bu masanın evin en kullanışlı eşyalarından biri olduğunu görmüş ve onun kendine has özel bir ayrıcalık taşıdığını evdeki herkesin bilmesine rağmen bunu bahsedilecek bir konuya dönüştürmeden, sessizce kabullendiklerini farketmiştim. Bu masa sayesinde, bütün ailenin eksiksiz kadroyla toplandığı en guzel ve en mutlu anları yaşanmış, misafirler ve dünürler, yapılması gün boyu süren zahmetli ve lezzetli yemeklerle bu masada ağırlanmış, bayramlar kutlanmış, üstünde baklavalar ve börekler açılmış, tarhanalar serilmiş, etrafinda oturulup, mahallenin komşularıyla çeşitli sohbetler yapılmış, bu fakir ve aciz insanların son birkaç gündür hissettikleri ve bir türlü anlam veremedikleri garip iç sıkıntılarını hangi hayıra yormaları gerektiğini bulmak maksadıyla bakılan kahve fallarında ise, iki vakte kadar ortaya çıkmaları çok muhtemel bulunan ve ejderha kılığına bürünmüş olan sinsi husumetlerin hepsi, birer birer görülmüş, çoğunlukla da insanın arkasından kuyu kazan tipleri temsil eden bu kötülüklerin berteraf edilmesi için de komşulara çeşitli tavsiyelerde bulunulmuştu. Yeri geldiginde bu masanın üzerinde saatler boyu ütüler yapılmış, öğle ve akşam yemeklerinde bir yandan Zafer Cilasun’un okuduğu radyo haberleri dinlenirken, çoğu zaman Ecevit alkişlanıp, diğerleri yuhalanmıştı. Hele o kaoslu örfi idare günlerinde, masanın ortasına transistörlü radyo yerleştirilir ve çıt çıkarmadan, takınılabilecek en ciddi yüz ifadeleriyle sıkıyönetim komutanlıklarının yayınladığı birinci, ikinci, üçüncü ve hatta kırküçüncü bildirileri dinlenip siyasi gelişmelerin yorumları yapılmıştı. Kıbrıs’ın, Yunanistan ile aramızda çıkabilecek bir savaşın sebebi olduğu zamanlarda yapılan gece karartmalarında masanın çevresi hüzünlü sessizliklerin yaşandığı bir köşeye dönüşmüş, üstüne dizilen iskambil kağıtları ile çıkacak mı çıkmayacak mı falları açılmış, “Burda” isimli moda dergilerinden alınan kesim örnekleri ile kumaşlara şekil verilmiş, etekler, gömlekler, elbiseler hiç bıkıp usanmadan sabırla, hem kocalara, hem çocuklara hem de gelinlere ve torunlara dikilmiş, bayramı kutlamaya gelenlere masada duran çukulatalar ile nane ve muz likorleri ikram edilmiş, çiğ köfteler o masada yoğurulmuş, Çeşme sahillerinden botla balığa çıkma planlarından önce, kullanılacak oltaların iğneleri yine o aynı masanın başında gözden geçirilmiş ve misinaların asla çözülemeyecek gibi görünen düğümleri de büyük bir itina ve sabırla o masada çözülmüş, çocukların okul arkadaşları o masada ağırlanmış, birlikte dersler çalışılmış, seyredenler için her açıdan rahatlıkla görülebilsin diye masanın üstüne oturtulan televizyonun siyah beyaz yayınlarında Mintax marka çamaşır ve bulaşık tozlarının reklamları ile Uzay Yolu kahramanlarının Moğol yüzlü cani Clingon'lara karşı verdigi galaksiler arası mücadele seyredilmiş, yine o masanın etrafindaki aile sohbetlerinde, bir yandan bol köpüklü kahveler içilirken, bir yandan da yıllar içinde mahalleden taşınarak zengin semtlere yerleşen diğer iyi ailelerin çalışkanlıkları imrenilerek anlatılıp konuşulmuş, birbiri ardına ölümlerle yitirilen aile fertlerinin acıları, uzak şehirlere giden oğulların ardından yaşanan hayal kırıklıkları ile günlerce göz yaşları dökülmüş, Orhan Gencebay’dan “Batsın bu dünya” dinlenmiş, tank birliğinde askerliğini yapan dayımın askerlik fotoğraflarına bakılarak Sarıkamış’ın soğuğu ve karla kaplı sokakları günlerce konuşulmuş, ikindi saatlerinde fırından yeni çıkmış, el yakacak kadar sıcak, susamı bol gevrekler(simit) o masaya serildikten sonra, zevkini çıkara çıkara çay ve beyaz peynirle birlikte yenmişti. Çeşitli kereler, o masanın etrafinda pozisyon alan aile fertlerinin mutlu pozlar verdiği fotoğraflar çekilmiş, Ajda Pekkan, Gönül Yazar ve Adamo’nun şarkıları ile Seracettin Tanyerli’nin tangoları ve italyan Pepino Di Capri ’nin `Melancolie` şarkısı (o sıralarda beni ilgilendiren bu şarkının romantizmi değil fakat arka planda kullanılan rüzgar uğultusu ile ıslık sesiydi) defalarca dinlenmiş, mahalleye yerleşen yeni ailelerin taşralılıkları, cahillikleri, kavgacı karakterleri parmak ısırılarak ziyarete gelen halalara, teyzelere, hatırı sayılır eski aile dostlarına ve akrabalara detaylarıyla hikaye edilmiş, şimdiki zamanın insanlarının, gençlerinin birer garip tipler haline geldikleri, özellikle de kendilerinden dert yakınılan gelinlerin saygısızlıkta ve hayırsızlıkta birbirleri ile yarışır oldukları, fakat heyhat, kendileri de dahil olmak üzere, eski zaman gelinlerinin evin hizmetçisi gibi yaşamalarına ve hor görülmelerine rağmen iyi huylarıyla herşeye katlanan birer melek oldukları ve hep başkalarına hizmet etmekten dolayı güzelim gençliklerinin heba olup gittiği, bu yüzden hiçbirinin hayatta gün yüzü görmediği de, iç çekilen bir hüzünle ve esef dolu sözlerle dile getirilmiş, o masada herkesle birlikte, uzaktakilere uzun uzun mektuplar yazılmış, gelen mektuplar da yüksek sesle ve tane tane, bir padişah fermanını okur gibi okunmuş,yaz aylarında, geceleri yine o masanın bir köşesinde oturulurken bir yandan da Izmir fuarının paraşüt kulesinden atlayanlar seyredilmiş, geç saatlerde rüzgarla birlikte gelen gazino gürültüleri arasında Zeki Müren'in şarkıları ve Beyaz Kelebek’lerin müzikleri duyulup dinlenir olmuş, yıllar boyunca, 60'lı yılların ikinci yarısında ve 70’lerde Akşam, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde Abdi Ipekçi’nin, ve Çetin Altan’ın, Refik Erduran ve Ilhan Selçuk’un, Hasan Pulur ce Burhan Felek’in köşe yazıları sabah keyfini çıkarmak amacıyla satır satır annem tarafindan yüksek sesle başta anneanneme ve hepimize okunur olmuştu.

Hayatlarımıza girerek bütun aileyi kuşaklar boyu kendine bağlamayı başarabilen bu masanın gizli bir tılsımı olduğuna inanmışımdır. Rahmetli anneannemin deyimiyle ta Alman harbinden (ikinci dünya savaşı) kalma vazolar, surahiler, sandalyeler, koltuklar ve benzeri eşyalar zamanla yıpranıp, elden çıkarılırken bu masa her zaman varlığını koruyabilmiş ve ailenin hem eski hem yeni üyelerini kendi çekim alanında tutmayı başarabilmistir.

CumaBriç’in de böyle tılsımlı eşyalar ile çevrelendiğine inanıyorum. O tılsımın zaman içinde bizimle birlikte büyüyüp gücünü artırdığından da eminim. Ve o gücün, gün gelip, mangaldan yükselen ateş olduğunu, ya da içtiğimiz çayda, yaktığımız sigarada, yudumladığımız şarapda ya da kazandığımız oyunda bir keyfe dönüşerek ruhumuzu esir aldığını hissederim . Böylece, ruhumuzda taşıdığımız o tılsımı kendimizle birlikte başka mekanlara ve toplantılara taşır, onun etrafımızı çevreleyen eşyalardan birinde, özellikle de bir masada yeniden açığa çıkmasına vesile oldugumuzu bilirim. O andan sonra masa sadece bir eşya olmaktan çıkıp hepimizin düşüncelerine, dertlerine, mutluluklarına, hayallerine, hayal kırıklıklarına, hatıralarına, kahkahalarına, yorumlarına, gündeme dair tespitlerine, hayretlerine, dileklerine, umutlarına ve inançlarına istisnasız, hiçbir karşılık beklemeden ortak olan, sahip çıkan ulvi bir varlığa dönüşür.

O akşam Ekrem’in evinde yaptığımız toplantıda da tılsımın yine bir masayı ele geçirdiğine şahit oldum.

Bir surpriz olarak Ekrem herkese e-mailler gönderip evinin Briç toplantısı için o gece müsait olduğunu bildirdi. Bizim geleneksel toplantı zamanımızdan bir hafta öncesi olmasına rağmen hepimiz bu davetin üstüne balıklama atladık ve yine saat sekiz civarında Ekrem’in evinde buluştuk. Ekrem’in evi de aynen geniş bir arazi üzerine kurulmuştu ve ön giriş bahçesi olabildiğince geniş arabaları rahatlıkla sığdirabilecek kapasitede idi.

Eve girdiğimde takımlar oyunlarına başlamışlardı çoktan, diğer toplantıların aksine ortalıkta bir muzik sesi vardı fakat müzik sadece masanın duvar kenarında oturan oyuncu tarafından şöyle ya da böyle ancak duyuluyor, diğerleri de süt dökmüş kedi gibi sessiz ve sakin bahçede ele aldıkları bir meseleyi fısıldaşıyorlardı. Sonradan anladım ki, bu müzik internet sitesinden yayın yapan radyo kanallarından gelmektedir ve herkes oyunların haricinde sadece koyu bir sohbeti yeğlemektedir. Içerideki geniş salonun bir köşesinde oyun masası ve oyuncular yer almış, karşı duvar tarafında koca cüssesiyle duran televizyon Turk kanallarına ayarlanmış, ona bakan tam karşı duvara bitişik mutfak bölümünde ise getirilen şarapların, yiyeceklerin kadehlere ve tabaklara servisleri yapılmış ve salonun devamı olan yan bahce ve havuzun salona bitişik kısmında duran bir masada ve çevresinde her zaman alışık olduğumuz üzere memleket ve spor meseleleri ele alınıp konuşulmaya başlamış.

Ben toplantıya geç katıldığımdan, Celal ile ortak olmuştum ama ilk oyunumu rakip takımdan Ibrahim ile oynadım, fakat bunun Ibrahim’in dikkatle hazırladığı bir “conspiracy” olduğunu geç anladım, “Sana kolay gelsin” deyip beni kaderime terk etti, üç sanzatu ile oyunu açmıştık ama, Güven sinekleri arka arkaya bastıkça beş batmak Allah’ın emriydi, Neyse ki, Celal sonradan ortak olarak oyuna katıldı ve sorunların çözümü kolaylaştı, diğer oyunların hepsini Türker, Tonguç, Celal üçlüsü başarıyla noktaladı. Bu arada Ibrahim gücünü alamamıştı, ortağı Ekrem’e de ayrı bir “conspiracy” uyguladı, beş sinek ile oyunu açtırıp Ekrem’i Celal’in pençelerine bıraktı, binaenalyh, Celal’in derdi oyunu batırmak değil, Ibrahim’in mantığını deşifre etmekti, Ibrahim bastırdı “Ben oynasaydım rahatlıkla çıkardım” dedi, Celal ellerindeki sineklere bakıp “La havle, vela Kuvvet” çekti, bu tür durumlar diğer oyunlarda da baş göstermiş miydi bilmiyorum, çünkü ben tılsımın çekiminde çoktan bahçedeki masanın etrafında yerimi almış, benden önce tılsımlanmışlara katılmıştım.

Masada büyük tartışmalar vardı, spor bunların ilk sırasını almıştı. Erden dedi ki, “Mısır futbol takımında kabiliyetli çok, Italya’yı bile dize getirdiler, bunların hiç şakası yok”. Bazılarımız bu tespite katıldı, diğerlerimiz konuyu Daum’dan açtı. Ben sordum “Daum niye getirilir ki tekrar Türkiye’ye”, onlar cevap verdiler “Adam iki sene üstüste şampiyon yapmadı mı, Gayet normaldir getirilmesi” diye. Sonra sözler bir dolu eski oyunculara ta Gökmen ve Yasin Ozdenak kardeşlere, Karagümrüklü Kadri’ye, Eskişehir’li Fethi’ye, Hacettepeli Katil Nuri’ye (sahaya konan güvercini tekme ile öldürmüştü), Göztepe’li kaleci Varol’a kadar uzandı. Böyle böyle eskiyi anmak güzeldi, hiç olmazsa benim spor sohbetine tek katkı yapabildiğim bir şeydi.

Sonra konuşmalar yönünü değiştirdi, tarihden, utanmaz üniversite hocalarının öğrencilerinden çaldığı bilimsel çalışmalardan, ne yazık ki, bunu alışkanlık haline getiren bir Türk öğretim üyesinden, Erden’in doktora çalışmasına başlama kararından, bu konuyla ilgili olarak Mehmet’in madencilik fakültesindeki professor arkadaşı Peter ile görüşmesinden, Peter’in gerekli işlemlere başlama isteğini göstermemesinden, Mehmet’in Peter’a arka çıkan sözlerinin Erden’in tasını attırmasından, konunun biraz daha derinleşerek detayları ile ortaya dökülüşünden, karşılıklı e-mail ve yazışmalardan, Erden’in bütün ısrarlarına rağmen aylar geçtiği halde, Peter’in Erden’e olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap göndermemesinden (bu arada Erden tekrar Mısır takımının başarısına dikkat çekmeyi de konusmalarına ilave etmişti) Mehmet’in kendini istemeden de olsa bir tartışmanın içinde bulmasından bahsedilmiş ve Erden’in artık bu konuda konuşma isteğinin kalmamasından sonra konu değiştirilmiş ve uçak kazalarına getirilmişti. Atlas okyanusuna düşen Fransız uçağında yolcuların yaşayabileceği dehşet anları ve belki de uçak havada parçalandığında ortalığa savrulan insanların donma noktasındakı yükseklikte çoktan ölmüş olabilecekleri üzerine fikirler ileri sürüldü. “Bu konu esrarını uzun süre koruyacak” dedik ve başka uçak kazalarından örneklere daldık “Air Crash Investigation” programları birçoğumuz tarafından seyrediliyor olmalı ki, bazı birbirine benzer uçak kazaları, detayları karıştırılarak anlatılmaya çalışıldı, kule ile pilot arasındaki teknik konuşmaların sırası ve inceliği de Faruk’un tecrübelerinden bize aktarıldı. Bu arada Erden de masada tılsımlanmışlardan biri olarak konuşmalarda yerini alıyor ve Mısır futbol takımının başarısına dikkatimizi çekiyordu.

Nasıl olduysa başladık yılan hikayelerine, Avustralya’nın meşhur zehirli yılanlarına, ısırmakla kalmayıp bir de uzaktan tüküren türlerine, aslında kedi kadar sakin ve zararsız olanlarına, yeşil renkli ağaç yılanlarına, havada uçan türlerine, bunların NASA tarafından yapılan araştırmalara konu olmalarına, herbirimizin yılanlar ile yaşadığımız tecrübelerimize dair hikayelerimize. Ben şimdi bu hikayelerin hepsini buraya aktarırsam yazımın tam bir yılan hikayesine döneceğini düşündüğümden bu istekden vaz geçiyorum ve konuyu tekrar masanın etrafındaki tılsıma getiriyorum. Artık varlığını ve gücünü bana iyice farkettiren bu tılsımın etrafımdakileri de etkilediğini görmekten ve onların bir gün benim yaptığım gibi bu gücü farkedeceklerini bilmekten büyük bir haz aldım. Nerede ve ne şart altında olursa olsun, CumaBriç’i kanatları altına alan bu tılsım bizi günlük sıkıntılardan çekip çıkarıyor ve bize sunduğu dünyada her birimizi bir bilge vezir mertebesine yükseltiyordu. Bilgelik ile vezirligin birleştiği yerde elbette ele alınan memleket meselelerine insani çözümler bulmak işin doğası gereği idi; “Olayların kendi detaylarında kaybolup gitmek yerine, olayların insanlar üzerinde yarrattığı etkileri incelemek asıl üstünde önemle durulması gereken noktadır” dedi Halim hoca. Bu anlayışla Türkiye’de açık oturumlara çıkan gazeteciler ile Avustralya’nın gazetecilerini ele alıp irdeledik. Gördük ki, Türk gazeteciler durmadan olayların peşinde sürüklenen halleri ile katıldıkları konuşmalarda kendi görüşlerini beyan ederlerken, Avustralya’dakiler ise görüş değil oluşan durumların yarattığı yeni sonuçlar ile ne gibi etkilenmelerin söz konusu olabileceğını vurgulamaya çalışırlar.

Gece boyunca Ekrem’in misafir ağırlar gibi bizi rahatlattırmak için gösterdiği çabalar ve ikram ettiği çaylar, kızartılmış ekmekler ile bir yandan yiyip içtik bir yandan da geleneksel sohbetlerimize dalıp gittik. Iyi ki Ekrem’in aklına geldi ve bu toplantıyı organize etti. Güzel ve sakin bir geceydi. Durmadan azgın haliyle yağıp ortalığı sellere boğan yağmurlarla geçen can sıkıcı bir hafta sonuna güzel bir renk katmış oldu.

CumaBriç Editörü

 FOTOGRAFLAR




















































































0 comments:

Post a Comment

 
Copyright © 2013. CUMA BRIC FORUM - Bu sitede yayinlanan hikayeler kopyalanamaz ve baska bir yerde izinsiz basilamaz.