Bilenler bilir. CumaBriç bir fikir platformudur. Hepimiz Cuma akşamlari bir
araya geldiğimizde, çoğunlukla memleket ve dünya meselelerini ele alır ve onlar
hakkında yorumlar yaparız, fikirlerimizi birbirimizle paylaşırız. Güzel olur bu
tartışmalar. çünkü hemen hepimizin kendine ait görüş ve inançları vardır.
Ilginçtir ki, bu tartışmalarda, çoğunlukla, bireysel olarak doğruluğuna
inandığımız, tarihsel ve güncel olayların, başka bir açıdan ele alinabilmesine
şahit oluruz. Sağlam temellere baştıklari sürece, olayların diğer boyutlarını da
görme imkanına kavuşuruz. Ayrıca, konularla ilgili, önemsiz olması gereken
noktalara, saplantı halinde dört elle sarılma alışkanlığımızı da sorgulattırır
bize bu tartışmalar. Yani, adım adım doğru olana doğru akıp giden bir beyin
egsersizleridir yaptıklarımız. Bu sayade ufkumuz açılır ve olayları yeniden
değerlendirme ihtiyacını görürüz. Bu bir düşünsel alt-üst oluştur fakat, olması
gerekendir. Insanın yanlışlarını kabüllenmesi zordur. Fakat bu, en azından benim
için Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanında ‘Bir kitap okudum, bütün hayatım
değişti’ demesi kadar dramatiktir.
Bazen bu tartışmalarımızı, Cuma akşamlarına sığmaz, devamını ertesi sabahlarda ve günlerde birbirimize gönderdigimiz email’ler ile devam ettiririz.
Hangi konuları tartıştığımız, bu sitenin toplantılarına göz atip okuyanlar görecektir. Tartışmaların sınırı yoktur. Insanı ilgilendiren her konu bizim tartışma sahamızdır.
Bazen bu tartışmalarımızı, Cuma akşamlarına sığmaz, devamını ertesi sabahlarda ve günlerde birbirimize gönderdigimiz email’ler ile devam ettiririz.
Hangi konuları tartıştığımız, bu sitenin toplantılarına göz atip okuyanlar görecektir. Tartışmaların sınırı yoktur. Insanı ilgilendiren her konu bizim tartışma sahamızdır.
Son yıllarda, Turkiye’nin ana tartışma konularından biri de Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in sözde ceberrut bir devlet olmaktan öteye gidemediği, demokrasi ve halk egemenligi ile hiç bir alakasının olmadığı türünde iddialar üzerine yoğunlaştı. Bu konuda işin başını çekenler tabiiki ikinci Cumhuriyet hareketine mensup liberal aydınlardır. Bunlardan aldıkları manevi destekle zaten geleneksel olarak Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetine vermeye çalistiği değerlere oldum olası karşı çıkan ve din temelli yaşamı hedef seçen cemaatler de bu aydınlarin en büyük omuzdaşı olma durumuna gelmiştir .
Iste böylesi günler içinde bir gün, bir arkadaşımız Taraf gazetesinde yayınlanmış bir makale gönderdi.(link: http://www.taraf.com.tr/haber/30731.htm). O satırları ilk okuduğumda yazarının iddialari karşısında tepem attı. Içinde küstahca bir tavır ve alaycı bir yaklaşım gördüm.
şöyle diyor Sevan Nişanyan bu makalede:
Türkiye Birinci Dünya Savaşında saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923’te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.
Daha erken kurulabilirdi. Daha kolay ve daha kansız olurdu, memleket o kadar harap olmazdı. Belki Tek Adam diktatörlüğüne de o kadar kolay teslim olmazdı. Ama 1918’de İngilizler bir hata yaptılar, barış şartı olarak İttihat ve Terakki kadrolarının tasfiyesini talep ettiler. Bunun üzerine birileri vatanmillet diye haykırarak ayağa kalktı. Altı sene savaştan bitmiş bir ülkeyi gözünü kırpmadan tekrar kana ve ateşe sürdü.
“İngilizler kızıp tehditler savurdular, asarız keseriz böleriz Sevr yaparız diye gözdağı verdiler, etkili olsun diye Yunanlıları sahaya saldılar. Üç sene daha manasız bir katliam oldu. Sonra gene İngilizlerin dediği oldu. Tek farkla: İttihatçı kadrodan ayıkladıkları yirmi otuz kişi hariç, gerisi vatan kurtaran kahraman kontenjanından memleketin tepesinde oturmaya devam etti.
Bundan dolayı kime neden minnet duyulacak, ben ‘anlamakta zorlanıyorum doğrusu’ ”.
******
Arkadaşımın gönderdiği email’e kısa bir cevap verdim; “Hass’tirsin ordan..” dedim kaba şekli ile.
Bu bizim meclisde tepki gördü, en azından bu iddialarin, bir görüş olarak ele alınması gerektiği ve bilimsel olarak irdelenmesi gerektiği ve bu tür ‘medeni’ tartışmaların yapılmamasından dolayı Türkiye’nin demokrasisinin güdük kalmaya devam ettiği hatırlatıldı…
Kendimi teselli edeyim dedim…
Canım ben de asarım, keserim demedim ya… Alt tarafi bir ‘ha..tir’ çektim. Hepsi bu diye düşündüm…
Fakat biliyordumki, bana yapılan bu eleştirilerde esas duruş, benim kabalığıma karşı gelmek değil, bir düşünceye karşı düşünce ile karşı koymadan, kabadayı bir yaklaşımla iddialari elimin tersi ile itmiş olmamdı. Elbette, yanlış bir davranişti benimkisi.
Sonradan düşününce hak verdim onlara… Yapmam gerekenin ne olması gerektiğini düşündüm. Karar verdim, Sevan Nişanyan’ın bu iddialarını kaleme aldığı kitabini ısmarlayıp okumak ilk işim oldu.
******
Kitabin adı “Yanlış Cumhuriyet”, 432 sayfa ve yazarının dediğine göre, kitabi 1993-1994’te yazmasına rağmen, cesitli sebeplerle bugüne kadar basımı ertelenmiş ve fakat kitap güncelliğini hala da koruduğundan, o hali ile de olsa üzerinde fazla bir değişiklik yapmadan yayınlanmasına karar verminş.
Kitap Kemalizm üzerine 51 soru yöneltiyor ve bunlara cevaplar bulmaya çalışıyor. Kitabin tamamı bu sorular ve olası cevapları uzerine kurulu. Tarihsel bir sıralama içinde Osmanlının son dönemleri,Osmanlının ekonomik olarak zayıf kalmasına rağmen sağlam bir hukuk ve özgürlük anlayışına sahip olduğu, padisah’in ağır yetkiler ile donatılmadiği, milli mücadele diye bildigimiz savaşların aslında neler oldugu, ilk Ankara meclisi içinde beliren muhaliflerin nasıl susturulduğu, daha sonra Cumhuriyet’in kuruldugu yıllarda serbest düşünce ve buna bağlı parti kurma çalışmalarının nasıl idam sehpaları ile sonlandırıldığı, Atatürk’ün kendisini tanrı gibi görenleri bilgisiz ve beceriksiz olmalarına rağmen çesitli görevlerle ödüllendirerek böylece kendi dikta rejimini devam ettirmeye çalıştığı, aslında kendisinin bu sekilde görülmesi için her türlü ortamı yaratmaktan da geri kalmadığı, hatta hiçbir Avrupa ülkesinde görülmeyecek derecede, ülkeyi sayısız heykelleri ile donattırdığı, kurduğu Cumhuiriyet Halk Fırkası’nın altı okunun o yıllarda hemen her faşist, milliyetçi Avrupa partisine ait ilkeler olduğu, kurduğu Cumhuriye’in demokrasiden uzak ve tamamen diktatörlük üzerine inşa edilmiş bir rejim olduğu üzerine çeşitli iddialarla dolu.
Her soru, olabilecek cevapları ile ayrıntılı olarak ele alınıyor ve cevaplar belgelere dayandırılarak kitabın bilgilendirici olmasına ayrı bir özen gösteriliyor. Iddialarını kanıtlamak için yazarın geniş bir kaynaktan yararlandığı kesin. Kitabın sonunda bu kaynakların listesi de yer alıyor.
Kitabın ister görüşlerine katılın ister katılmayın okunmasında fayda görüyorum. Cünkü bugünkü cebberrut devlet iddialarinin dayandığı tartışma noktalarını su yüzüne çıkarması açısından üzerinde tartışılmasını gerektiren bir kitap
******
Yazarin iddia ettiği ‘gerçek’ durumların neler olduğunu göstermek için burada kitaptan bazı alıntılar yapmak istiyorum.
Kurulan Cumhuriyet’in diktacılığı üzerine 3 Kasım 1930’da Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir başyazı:
“Modern devlet tam sözü ile hakım bir müessesedir. Icilen suya, oturulan yere, tavanın yüksekliğine, pencerenin genişliğine, hulasa her şeye karışır. Modern devlet, zaten her şeye karışmak için kurulmuştur.”
Cumhuriyet’in onuncu yılı münasebetiyle CHP tarafından yayınlanan bir propaganda broşüründe, o zaman şansölye olan Hitler’in şu sözlerine yer verilmektedir:
“Almanya ve Türkiye aynı zamanda ve aynı derecede çökmüslerdi. Türkiye mukaddes bir hamle ile kurtuldu. Bu netice, Almanya’nın kurtuluşu için başlattığımız milli hareketin mes’ut netice vereceği hakkında bize derin kanaat verminştir. Filhakika Türkiye’de doğan ve parlayan Yıldız bize yolu gösteriyordu”.
Bu sözlere bakarak Atatürk’ün başında bulunduğu rejimin diktatorlük heveslilerine önderlik ettiğini savunamayız. Hitlerin faşist politikaları 1933 yılında ne kadar kendini açığa vurmuştur, bunu bilmeden bu iddiayi atmak bence abes kaçar. Acaba hür dünyanın liderleri ne gibi övgüler sıralamışlardı o denemlerde yeni kurulan Turkiye Cumhuriyeti için, bunlara yer verilmemiş kitapta..?!
Kitapta daha birçok örnekler var, Ataturk Turkiye’sinin Avrupa fasizminden etkilendigi ve Avrupa milliyetci partilerini etkiledigi uzerine iddialari sürdürmek icin. Fakat bu bölümün birkaç sayfa sonrasında yazar Kemalist rejimin dikta rejimi olmasına rağmen neden diğer diktacı Avrupa rejimleri gibi yıkılmadığını soruyor ve şu cevabı veriyor:
“Kemalist rejimin, çağın diğer diktatörleri gibi Alman veya Sovyet kamplarından birine meyletmek yerine uzun süre tarafsız kalması…. Diplomatik alanda totaliter “sağ” ve “sol” bloklardan uzak durmayı başarması… 1920-21’in “şuracilik” akımı veya 1930’larda Recep Peker’in başını çektiği ‘sağ” otoriter eğilim CHP rejimine hakim olabilselerdi, bugün Kemalist devrimin nasıl anılıyor olaçağını tahmin etmek kolay değildir.”
Bence bu cevap, bir önceki iddialar ile bağdaşmıyor. Kitabin önce Atatürk’ün rejimini ve onun örgütsel yapısı olan CHP’nın ilkelerini faşist ilkeler olarak göstermesini, sonra da, yine bu rejimin ve partisinin “sağ” ve “sol” bloklardan uzak durarak, ne Alman ne de Sovyet kamplarına meyletmeyerek tarafsız kaldığını göstermesini, ve hatta hür dünyayı temsil eden ülkeler olan Ingiltere ve Fransa’ya yaklaşan politikalar yürüterek bu ülkelerin sempatisini kazanmış olduğunu ve böylece ayakta kalabildiğini belirtmesini kendi içinde bir çelişki olarak görüyorum. Eğer Kemalizm bir dikta yönetimi ise neden diktacı kamplara meyletmeden hür dünya ülkeleri ile iyi ilişkiler kurma çabasına girmiştir?
Kitabin iddiasina göre ilk meclisin kuruluşundan itibaren seçimler hep tek partinin “Halk Firkası”’nın katılımı ile olmuştur. Muhalefet partilerinin kurulması önlenmiş, kurulanlar da (Serbest Fırka gibi) bizzat Atatürk’ün emir ve öngörüsü ile seçilmis milletvekilleri tarafından yönetilmiştir. Yazara göre, 1930’da Atatürk’ün emir ile kurulan Serbest Fırkayı bir muhalefet partisi olarak değerlendirme imkanı yoktur. Kitapda, bu görüşün iddia edildiği sayfalarda Atatürk’ün Serbest Fırka’yı kurmakla görevlendirdiği Fethi Okyar’a söylediklerine de yer verilmistir: “Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır […] Halbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o süretle geçmek istemiyorum.”
Bu sözleri Atatürk 1930’da Serbest Fırka’nın kuruluşu sırasında söylemis. Kitapta, Atatürk’ün 1922’de saltanatın kaldırılması ile ilgili olarak yaptığı sert konuşmada (Nutuk’ta Atatürk tarafından aktarılan haliyle) şu ifadeler yer alıyor:
“…[…] Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes, meseleyi tabii karşılarsa, fikrimce muvafik olur. Aksi taktirde, yine hakikat, usulu dairesinde ifade olunacaktir. Fakat, ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Bu iki alıntı tamamen farklı dönemlere aittir. 1922’de Cumhuriyet kurulmamış,fakat milli mücadelenin gelişimi içinde bu mucadeleye yön veren liderin baskısı söz konusudur. Ben burada bir çelişki göremiyorum. Saltanat, yeni kurulmakta olan otoriteye karşı bir başka mücedele gücü ve cephesini temsil ediyordu. Ankara yönetiminin buna hoşgörü ile bakması düşünülemezdi.
Kitabın en büyük sorgularından biri de “Milli Egemenlik” ilkesinin gerçekten demokratik bir niyetin ifadesi olup olmadığı üzerine kurulmuş. Ismet inönü’nün anılarından bir alıntı var bu sorgulamayı haklı kılmak için:
“[Atatürk, Milli Mücadele yıllarında] Meclis ile beraber çalışmanın artık mümkün olmayacağı kanaatine varmış ve ümidini kaybetmiş duruma birkaç defa gelmişti. Ben böyle bir zamanda Atatürk’ten bir telgraf aldığımı bilirim. ‘Artık Meclis ile beraber çalışmamız mümkün olmayacak, meclis’in faaliyetine nihayet verdikten sonra orduda ve memlekette hasıl olacak vaziyet hackında mutalaaları nedir?”
“Kendisine cevap verdim: ‘[…] bilmek gerekir ki, şimdiye kadar bir Millet Meclisine dayanılarak, millet namına muharebe etmenin bu mücadelemizde bize çok itimat veren bir tarafı vardır. Simdiye kadar buna dayanarak bu mücedeleye devam edebildik. Istanbul hükümeti, padişah, bunların hepsi düşman elindedir. Meclis dağılırsa, millet namına, milletin kararı ile mücedele ediyoruz tezi, elimizden gitmiş olacaktır. Bunu tamir etmek lazımdır”
Bence burada Ismet Inönü’nün söyledikleri kendi görüsüdür. Atatürk meclis içindeki muhalefetin, meclisin milli mücadele adına iş yapma imkanini zorladığını ve belki de meclisin faaliyetlerine son vermesinin bir ihtimal haline geldiğini vurguladığını görüyoruz. Iddia edildiginin aksine Atatürk diktacı ise, diktacı biri için meclisin muhalefetinden yakınmak yakışır mı..? Diktatorlüğüne yakışır şekilde asar, keser, meclisi istediği konuma sokar işine devam eder.. Halbuki burada Atatürk’ün milli mücadele lideri olarak yapılacak işler varken zaman kaybının mücadeleye olan zararı dile getiriliyor. Diktaci biri neden böyle bir durumdan yakınır ki..? Kaldi ki, kitapta da anlatıldığı üzere, daha 1876’da parlementer rejimi deneyen Türk toplumu 1909’da “vatan” ve “millet” kavramlarını siyasi egemenliğin temeli olarak anayasasına koymuştur. O halde, 1919-20’de vatanı kurtarmak mücadelesine girişen askeri kadroların milli egemenlik düşüncesine sarılmaları neden yadırganıyor?
Atatürk’ün bir siyasal lidere yakışmayacak derecede ağır usluplar kullanarak kendisine muhalefet edenleri, istisnasiz herbirini, vatan haini, satılmış, özel çıkar peşinde koşan gayri ciddi ve aptal kimseler olarak sunduğu iddiasi da kitaba konu olmuş. Nutuktan alıntı olarak şu ifadeler listelenmis (sadece bir kısmını buraya aktarıyorum):
“bedbaht”, “aciz zavallılar”, “miskin ve adi”, “eshasi muzırra”, “milleti zehirlemek”, “sakim ve hayvanca bir düşünce”, “her türlü habaset ve hiyanet ve acz u meskenet”, “adi mahluk”, “çirkin gururlarini tatmin”, “korkak”, “menhus zevat”, “sefil”, “pespaye”, “idrak ve vicdandan yoksun”, “gaflet ve delalet ve hatta hiyanet”.
Kitabin da belirttiği üzere, kendilerine bu sifatla ifade edilen kişilerin ezici çoğunluğu, Milli Mücadeleye Mustafa Kemal ile birlikte atılmış ve o mücadelenin en on saflarında yer almış, ancak bazı konularda farklı görüşlere sahip oldukları için Gazi’yle yolları ayrılmış olan insanlardir.
Bu noktada kitaba eleştiri yapmak istemiyorum. Su şekilde düşuncelerimi aktarayım. Bir kitapta okudum, Incil tanrının insanlara olan sevgisinden bahsetmesine rağmen, 2000’den fazla yerinde de, aynı tanrının insanlara duyduğu öfkeden bahsetmektedir. Bu öfkelerin çoğu da, insanlarin "hakettikleri" cezaları tatmaları ile sonuçlanmıştır.
Kitapta ilgimi ceken bir nokta da Vahdettin konusunun şu ifadeler ile geçiştirilmesi:
Yayınlanmış kaynakların tümünü okuduktan sonra dahi, son padişahın kişiligi ve siyasi tavrı hackında kesin bir görüşe varmak güçtür. Kaldı ki, altı yüz yıllık bir entrika ve manipulasyon geleneğinin mirasçısı olan bir hükümdarı basit politik kavramlarla ölçmeye çalışmak ne derece doğru olur? Bugün, otuzbeş yıl boyunca ülke yönetiminde başrol oynamış çağdaş siyasetcileri bile layıkıyla anlayıp değerlendirebildiğimiz pek kuşkulu iken, yetmiş yıl önce vefat etmiş –ve kamuoyu önünde kendini savunma fırsatı bulamamıs- bir hükumdarı yargılarken iki misli ihtiyatli davranmak gerekebilir.
Yukaridaki cümleye dikkatinizi çekerim… “yetmiş yıl önce vefat etmiş –ve kamuoyu önünde kendini savunma fırsatı bulamamış “ biri olarak tanımlıyor yazar Vahdettin’i. Böyle birşeyi Atatürk için söylediğine kitapta rastlamadım.
********
Yazımın başında da belirttiğim gibi kitap dört yüz sayfadan fazla. Sordugu sorular diğerleri yanında Batılılaşma, Laiklik, Hukuk konuları üzerine de yoğunlaşmış. Genelde sıraladığı cevapları verirken temel noktası Osmanlı’nın son döneminin iddia edildiği gibi medeniyet ve demokrasiden uzak, bilimsiz, hukuksuz olmadığı ve aksine ekonomik açıdan yoksul düşen bir imparatorluğun, ayakta kalmak için parasını askeri harcamalara kaydırdıgı bu yüzden kendi halkına refah sağlamakta geri kaldığını, buna rağmen özerk üniversiteleri ile, yetkileri sınırlanmış padişah yönetimi ile ve siyasi partileri ile, okur-yazar oranındaki yüksekliği ile (cumhuriyet dönemine oranla), yayınlanan gazette ve dergilerin çokluğu ve çesitliliği ile modern bir devlet görünümüne sahip olduğunu ispata çalışıyor.
Kitabin savundugu hususlar içinde karşı olmadığım yerler de var:
A) Hilafet’in kaldırılmasının doğurduğu sonuçlar.
Hilafetin kaldirilmasi Islamci cevreleri yalnizliga ittigi gibi yeni arrayısların içine de terk etti. Desteği yeni devletinden alamayan muhafazakar grublar, çareyi içine kapanık cemaatler oluşturmakta ve yurt dışındakı islamcı devletlere sığınmakta buldular. Hilafet’in temsilcisi olduğunu iddia eden sadece Osmanlı değildi, peygamber Muhammed’in soyundan gelen kavimler de halifeliklerini savunuyorlardı. Fakat, 1900’lerde Batı ülkelerinin ve müslüman ülkelerin gözünde, Osmanlı Devleti Islam’ın gerçek koruyucusu iken, hilafetin kaldırılması ile Islami otorite büyük bir boşluğa yuvarlanmış oldu. Devletine bağlı, modern bilgi ve kültür ile donatılmış bir halife acaba müslüman devletlerinin gelişimini nasıl etkilerdi bilemiyoruz fakat yaratılan boşluğun zararı vardır ve bu zarar bugüne kadar uzanmaktadır.
B) Dil Deviriminin doğurduğu sonuçlar
Osmanlı dilinin zenginligi vardır. Içinde Arapca ve Farsca da olsa anlatım zenginliğine sahiptir. Yeni Türkçede kullanılan geniş kapsamlı soyut sözcüklerin hemen hemen her biri için, Osmanlıcada, çoğu eşanlamlı olmayan, yani her biri farkli bir kavramı, nuansi veya mantıksal ilişkiyi ifade eden beş ila yirmi sözçuk bulmak mümkündür.
Kitapta anlatıldığına göre dil devriminin sonuçları şöyle özetlenebilir: Türk dilinden yaklaşık 60,000 kelime atılmış, yerine 3,100 kadar yeni kelime (atilanin %5’i) konmuştur. Yüzyılın başında kültür dilinde bulunan 83,400 cıvarında kelime (60,000 atılan arti 23,400 kalan) yerine, bugünkü yazı Türkçesi en cok 26,500 kelimeye sahiptir.Bir başka deyimle, Türkçe yazı dili en az %68.2 oranında fakirleşmiştir.
********
Yazarin butun kitap boyunca siraladigi 51 soru dikkatle secilmis, sorgulanmasi gereken konulari iceriyor. Ezbercilikten kurtulmak icin ve kitabin da cikis noktasini olusturan “izindeyiz” edebiyatina mesafeli durmak icin bu sorularin sorulmalarinda bir sakinca gormuyorum. Kendimi “Cumhuriyet cocugu” olarak goruyorum fakat beni bu kitabi okurken mutsuz eden sey, kitabin ortaya attigi karsi gorusler degil, kendilerinden alinti yapilan Ataturk’cu aydinlarin demeclerindeki kendini belli eden bir “tek sesli koronun” bu kitaba karsi yetersiz kalmis oldugunu gormektir. Ataturk’u savunan aydinlarin bilgi birikimindeki bu tek seslilik Ataturk’u daha net anlamamizi onluyor. Yukarida da belirttigim gibi, kendimce hakliligina ya da dogruluguna tamamen katilamadigim noktalarda Ataturk devrimleri’ni yuzde yuz kabullenilmesi gereken devrimler olarak gormedim. Fakat O’nun yeni Turkiye’yi yaratirken belli bir hedef sectigini ve o hedef dogrultusunda adim adim engelleri asarak ilerledigine inancim tamdir. O hedef ugruna diktacilik pesinde kostugunu sanmiyorum.
Size küçük bir örnek vereyim. Biz CumaBriç’de bile, kendi meclisimiz içinde Briç oyununu oynarken, ya karşımızdaki partner, ya da oyunu masa dışından takip eden ve aramızda ‘usta’lıgini kanıtlamış arkadaşlamız ister istemez kendilerini tutamayıp, kötü oyuncuya müdahale etmekte sakinca görmezler ve hatta takındikları tavırla, oyunun gidişatını yönlendirebilirler de... Hatta, karşı itirazlara rağmen, “Bu oyunun hakkı budur.. Gerisi çocuk oyuncağıdır…” deyip oyuna el koymakta tereddüt etmezler. Itirazlar yükselir karşı oyunculardan… Fakat, bu ustalar da haklıdırlar, aksi taktirde oynanan oyun Bric olmaktan çıkar. Işin tadı kalmaz. Hal böyleyken de, sıra bu ustalara gelince “hadi sen kalk, bu işin alimi otursun” diye şaka yollu fakat içinde gerçeklik payı bulunan ifadelerle karşisındakine ‘ders’ vermekten kendilerini alamazlar. Demokratik olmanın inceliklerini oraçikta unuturlar.
Böyle bir örnekten sonra, Ataturk gibi bir deha askerin, askeri konuların içinde olup da, askeriyeden anlamayan, ehliyetsiz kişilere işin nereye varacağını göre göre o işi terketmesini bekleyemezsiniz… Orası Milletin meclisi de olsa, işlerin yoluna sokulması için, gerektiğinde ipin ucunu gösterirsiniz. Haa, şartlar iyi gider, o şartları kullanarak içinde bulunduğunuz konumu sağlamlaştırırsınız ya da yeni hamleler yapmakta bir mekanizma olarak kullanırsınız, bu sizin bileceginiz iştir. Liderliğin gereklerini yerine getirerek, durumlardan fayda çıkarmaya çalışırsınız.Tarih ne yazarsa yazsın, ulaşmak istediğiniz hedefe doğru kedi gücünüz yanında başkalarının güçsüzlüğü de önemli rol oynar.
Kitabin son sözünde yer alan şu satırlara dikkatinizi çekmek isterim: "Atatürk’ün vatanseverliğini (“iyi niyeini”) sorgulamak da anlamsızdir. Uygar, müreffeh, dinamik, akılcı, ve güçlü bir toplum idealini benimsediği; yaptıklarının bu ideale hizmet edeceğine inandığı ve çevresindekilerin bazılarını buna ınandirmayı başardığı açıktır. Inandığı hedefler uğruna, eşine ender raslanır bir enerji ve yaratıcilıkla hareket etmiştir. Eğer yaptıkları, sonuçta, ifade edilen ideallere varamamış, hatta Türkiye’nin o ideale ulaşmasını güçlestirmiş veya engellemişse, bundan dolayı o idealin samimiyetinden kuşku duymak gerekmez. Cünkü, doğru niyetle yanlış işler yapmak, insanoğlunun yazgısında vardır."
Simdi, böylesine sıcak bir yaklaşım ile Atatürk’ü anlamaya çalışan bir yazarın sözleri, yazımın en başında da alıntı yaptığım Taraf gazetesindeki sözleriyle örtüşüyor mu..? O sözlerdeki alaycılık neye hizmet ediyor..? Cevabını biliyorsaniz lütfen siz bana söyleyin.
Türker Dündar
0 comments:
Post a Comment