Eveet dostlar, geçen briç toplantımızdan bugüne kadar olan iki haftalık süre içinde Türkiye'de çok dramatik olaylar yaşandı...
Türkiye'mizin ele avuca sığmayan, genç ve demokratik siyasi
arenasının, bir gece ansızın geliveren ve bu sefer tam anlamıyla özde
değil ama yalnızca sözde 8.2 şiddetine sahip bir 'askeri-darbe' dalgası
ile sarsılarak, önce şöööyle bir sola, ve sonra da sağa doğru yalpalanıp
silkelenişine, ama herşeye rağmen, hiç de yıkılmadan, sadece hafif
çatlaklar ve sıyrıklar ile ayakta durabilme kabiliyetini göstermiş
olmasına yüreğimiz ağzımıza gelerek, hayretler içinde, hep birlikte
şahit olduk. Fakat, Allah'a şükür ki, bu badire de en zayihatsız şekilde
atlatılmış oldu veya en azından şimdilik biz öyle olduğunu kabul etmiş
durumdayız.
Deyim yerinde ise Türkiye'de Cumhuriyetin Laik'lik prensiplerinin
çivisi çıkmak üzereydi. Ordu da şimdiye kadar nasıl davrandıysa aynen
öyle davrandı ve gerekli balans ayarlarını yaparak oynayan çivileri
iyice çıkmaktan alıkoydu. İyi ki, Yetti artık ulan... Dağılın... O
çivileri tek tek söker, yerlerine yenilerini çakarım demedi.
O çivilerin yerinden oynamasına seyirci kaldığı iddia edilen hükümet
de gayet soğukkanlı bir tavırla, aslında en iyi çivilerin halkın elinde
bulunduğunu, başka tür çabalara gerek duyulmadan yapılması gereken
şeyin, doğrudan doğruya halka gitmek olduğunu, bu çivileri halkdan
istemek olduğunu ve halkdan alınacak yeni çivilerin gerekli yerlere
çakılması ile yapının sağlamlaştırılmasının gayetle mümkün olduğunu
bütün dünyaya ilan etti.
Acaba, halkın elinde gerçekten gereksinimi duyulan çiviler var mıydı
yok muydu... Ve varsa eğer, o çivilerin hangisinin, ne kadarının,
nasıl iş görebilecekleri de ayrı bir tartışma konusu olarak gündemi
işgal etti.
Bilen bilir... Eskiden olsaydı bu 'kodumu
oturtan' türünde ayarlamalar sırasında, her yeri toz ve duman bulutu
kaplardı. O hezeyanın içinde kaçışmaya çalışanlar ise, kendilerine yol
açma derdi ile birbirinin gözünü, kaşını patlatırlardı, hatta içlerinden
bazıları da kim vurduya giderdi.
Demekki, siyasilerimiz ve 'balans ayarcılarımız' artık bu işlerden
epey bir tecrübe kazandılar ve eskiden gösterdikleri acemilikleri artık
göstermez oldular. Herşey gayet temkinli bir şekilde, paniğe kapılmadan
yürütülmekte ve uygulanmaktadır. Taraflar, aynen bir satranç oyunu oynar
gibi usulca ve kararlılıkla taşları yerinden oynatmakta ve ortalıga
kaş, göz kırpıp, çeşitli vücut dili yöntemleri ile birbirlerine mesajlar
göndermeye çalışmaktadırlar.
Kerkes Bilsin ki
Yaşanan politik süreç iyice ortaya koymuştur ki, askerlerimiz, laik
cumhuriyetimizin bekçisidirler ve en büyük temınatıdırlar. Aynı zamanda
iyi bir Internet kullanıcısıdırlar. Artık asker demek top, tüfek, tank
demek değildir. Günümüzün on-line silahları ile az atıp çok vurmak çok
daha olası bir şeydir. Askerlerimiz de bu gücün bilincindedirler.
Genelde askerlik hizmetinde aceleye getirilerek yapılan taktık ve
planlar hezimet ile sonuçlanırken, günümüzün hızlı internet çağında alel
acele çiziştirilen emir ve duyurular tam tersine çok daha başarılı
sonuçlar üretmektedir.
Türkiye'de siyasi partilerin ise, askerlerin balans ayarı yapma
niyetlerinden hiçbir zaman vaz geçmiyecekleri gerçeğini
kabullenmelerinde fayda var. Kendilerine biraz çeki düzen verip, şöyle
bir aynaya bakmalıdırlar. Kendilerine şunu yüksek sesle söylemelidirler:
Hakimiyet kayıtsız Şartsız medeni bir Türkiye görmek isteyen balans
ayarcılarınındır. Bu ayarcılar ordu da olabilir, meydanlara sığamayan
laik halkın kendisi de olabilir. Eğer siyasilerin bir kısmının, medeni
bir Türkiye'nin oluşumunu engelleyecek hal ve hareketleri olursa, bu hal
ve hareketlerinin, çok sürmeden, önce Türk Sılahlı Kuvvetleri'nden ve
sonra da Laik halk kesiminden geri tepmesi kaçınılmazdır. Bu artık iki
iki daha dört eder gerçeği gibi açık ve yalındır. Bunu zorlamanın da
kimseye faydası yoktur.
Ben
işte bu duygu ve düşuncelerle dolu olarak arabayı sürerken baktımki
Farukgiller'in konağına çoktan varmışım bile. Gördümki herkes benden
önce gelmiş, yerlerini almış, şaraplarını yudumlamış, ve hatta neredeyse
ilk bardakları bitirmek üzereler, hoş geldin beş gittin faslından sonra
ben de şarabımdan demlenmeye başladım ve CumaBriç üyelerimizin
sohbetlerine katıldım.
Benim tahminimin aksine herkes çok sakin ve huzurlu görünüyordu,
sanki hiç bir şey olmamış gibi Beşiktaş Fener meseleleri konuşuluyordu.
Demekki aslında konuların öneminde spor en öndeydi, siyaset de biraz
geriden geliyordu, belki de içimiz dışımız tıka basa siyaset dolduğundan
kafaları dağıtmak için biraz farklı alanlara kaymayı içgüdüsel olarak
tercih etmiştik. Fakat bunda yanıldığımı daha sonra anladım, meğersem
fırtınadan önceki sessizlik hakimmiş duruma, bilememişim.
Ben acaba hangi konuyu neresinden açsam diye düşunürken kağıtlarin
seçimi ve ortakların dağılımı yapıldı. Oyunlar başladı, ben üçüncü
takımdaydım ve toplam beş takım vardı, böylece dışarıda sıramızı
beklerken ister istemez de 'önemli' konuların harmanlanmasına başlamış
olduk. Yapacak başka da birşey yoktu zaten.
Birimiz
bir yorumda bulundu; ilk defa bir hükümet askerlerin muhtırasına
eyvallah çekmeyip, aksine onlara karşı durmuştu. Hodri meydan deyip
halkın bilgisine başvurmayı tek çare olarak getirmişti. Aslında bu
hükümet için puan kazandıran bir hareket oldu çünkü zaten meydanlar
haftalardır, hükümetin istifa etmesini, yeni seçimlerin yapılmasını
talep eden insanlarla dolup taşmıştı. Hükümet de bu kartı gördü, madem
öyle işte böyle dedi ve Abdullah Gül'ün adaylığından geri adım atmadı,
böylece karşılıklı güç gösterisi yeni bir boyuta ulaşmış oldu. Bu arada
askerlerin muhtırasını kaleme alan köşe yazarının kim olabileceği
konusunda medyada yapılan akıl yürütmeler konuşuldu, galiba Serdar
Turgut artık ben de bir muhtıra yazarı olabilirim diye ortaya çıkıyordu,
muhtıranın alel acele ertesi güne kalmadan yazıldığı tartışıldı,
görünüşe bakılırsa birçok açık oturumlarda ve verilen demeçlerde "sözde
değil özde" tekerlemesi alay konusu olmaya başlamıştı, yani askerlerin
iyi niyetle ve tam bir ciddiyetle yaptıkları açıklamalar mizaha katkıda
bulunmuştu, işin artık suyu çıkmıştı ve günümüzün karmaşık politikaları
içinde söylenenlerin, edilen lafların ucunun nereye varacağı kolay kolay
tahmin edilemez olmuştu.
AKP nedir
AKP'nin ne olup ne olmadığını iyi analiz etmeye çalışanlarımız
AKP'nin üç yüzünün olduğunu söylüyorlardı. Arınç ve ekibi Milli Görüş
grubunu oluşturanlardı. Erbakan'nın AKP içindeki gizli ya da açık bir
uzantısını temsil ediyordu. Bu AKP'nin en korkulu ve bağnaz birinci
yüzüydü. İkinci yüz ise Abdullah Gül'ün başını çektiği muhafazakar
yapıya sahip Anadolu sermayesi idi. Genelde modern bir görünüm
arzediyorlardi, bağnaz değillerdi ve Anadolu'nun yükseldiği değerler
içinde geleneksel olanı korumaya çalışıyorlardı. Üçüncü yüzde ise Tayyip
Erdoğan vardı. Bu ilk iki yüz arasında denge unsuru olmaya çalışıyordu.
Her diğer iki yüzü de memnun etme gayreti ile bütün tavizleri
veriyordu.
Diğerlerimiz buna karşı çıktılar ve dediler ki; AKP'nin yaptığı
atamalarda nedense hep türbanlı hanımların eşlerinin tercih edilmiş
olması ve yapılan çesitli ihalelerde doğrudan doğruya türbancıların
kazanıyor olması AKP'nin gerçekte tek bir yüzü olduğunu gösterir.
Haklılık payı vardı tabii bu görüşün, fakat bunların aslında AKP'yi
korkulu bir ucube olarak görmeye yetmediği de tartışıldı. Aslında, dedi
Halim, AKP yaptıkları ile değil yapacaklarına inanılan şeyler için
korkulan bir parti durumunda.
Buna rağmen halka güven vermekte zayıf düştüler, kaygıları silecek
hareketleri yapamadılar, özellikle Arınç'ın durup durup ortaya yeni
incileri ile çıkışlar yapması ve ortalığı bulandırması AKP'yi iddia
ettikleri gibi merkezci ve muhafazakar demokrat bir parti olmaktan uzak
tuttu. Sonunda da askerin balans ayarlaması yapma durumu ortaya çıktı.
Gerçi eğer asker yönetime gelseydi ekonomi allak bullak olmaktan
kurtulamazdı ve belki de Türkiye'yi iktisaden gerilere götürürdü ama
irtica arayışındaki siyasi grupların elinden Cumhuriyeti koruma görevini
de hiç düşünmeden yerine getirirdi.
Çeşitli örnekler verildi Türkiye'de halkın yavaş yavaş din baskısı
ile sindirilmeye çalışıldığı üzerine. En belirgin örnek Denizli şehri
oldu. Denizli, bir zamanlar, Ege bölgesinin kalkınmış yörelerinden
biriydi ve insanlar gayet modern yaşam sürüyorlardı. Fakat artık
Denizli'nin sokaklarında kadınlar özellikle kapalı örtülere bürünmüş ve
eski modern giyim tarzından oldukça uzaklaşmışlardı. Aslında kafayı
karıştıracak durumlar da yok değildi. Mesela, Mardin'de Ramazan ayında
bile, lokantalarda öğle yemeği yediğinizde kimse size karışmazken
(üstelik Mardin Belediyesi AKP'nin elindedir), PKK yanlısı belediye
başkanına sahip Diyarbakırda ramazanda öğle yemeği yemenin mangal gibi
yürek gerektirdiği de bilinmektedir.
Masaya Atılan Yorumlar
Yani anlıyacağınız iş geldi yapılan askeri darbelerin gerekli olup
olmamasına dayandı. Özellikle 12 Eylül'den örnekler verildi. Ülkede
sokak çatısmalarında kan gövdeyi götürürken bir gecede gelen darbe ile
bu çatışmalarin hepsi bıçak gibi keşilmişti. İyi de olmuştu, insanlar
sokakda işine gidemez, öğrenciler okuluna yürüyemez olmuştu 12 Eylül
sabahına kadar. Tabii bu alabildiğine derin bir konuydu ve takdir
edersiniz ki, bu derin konuyu deşmemek CumaBriç üyelerine hiç
yakışmazdı, aldı ortalığı bir karşılıklı söz düellosu. İşte bu
sessizlikten sonra ani bir şekilde bastıran fırtınanın ilk konusu
olmuştu.
Kimse kimseyi inandıramadı tezlerinin doğruluğu konusunda, darbeler
gerekli miydi, gereksiz miydi, darbelerin hazırlanması planlı mı
olmuştu, yoksa kendiliğinden bir hareket miydi, ülke darbe öncesi o
duruma doğru yavaş yavaş bilinçli olarak yönlendirilmiş miydi, yoksa
asker sivillerin beceriksizlikleri karşısında çareyi yönetimi ele
almakta mı bulmuştu, yoksa asker geri planda olağanüstü hal ilanı ile
zaten yönetimi elinde mi tutuyordu, darbe sonrasında yapılanlarla
darbenin inandırıcılığı kabul görebilmiş miydi, yoksa cumhuriyeti koruma
maksadı altında halka karşı bir hareket miydi, neden askerler sivil
siyasilerin, sabah akşam memleketin içine etmelerini uzaktan seyretmekle
yetinmelilerdi ki, aylarca bir cumhurbaşkanını seçememiş meclisin hangi
demokratik tarafı savunulabilirdi, darbe mutlaka olmalı mıydı, yoksa
seçim gününe kadar bekleyip, seçim gününde oy verme yoluyla, sorumlu
iktidar, hükümet etmekden alaşağı mı edilmeliydi, Cumhuriyet mi
korunmalıydı, yoksa demokrasi mi sağlamlaştırılmalıydı, Fettullah Gülen'in YouTube'da yayınlanan video'larının
açıkça ortaya serdiği gibi içden içe sinsi ve planlı bir devleti ele
geçirme hareketi miydi AKP'nin yaptıkları ve yapacakları, eğer yeni
yapılacak seçimlerde sağ ve sol partiler (Özellikle Sol partiler)
birleşemezlerse AKP tekrar güçlenmiş olarak başa gelmesi mümkün olabilir
miydi, başa gelirlerse Abdullah Gül tekrar Cumhurbaşkanı adayı olarak
seçilebilir miydi, acaba askerler de bu olaya hiç müdahale etmezler
miydi, ederlerse O zaman hakimiyet, Kayıtsız Şartsız neyin nesi olarak
tanımlanırdı, AKP'nin türbanla atadığı kişilerin başinda bulunduklari
kurum ve kuruluşların başta üniversite çevreleri tarafından yanına
yaklaşılmaması gereken yerler olarak görülmeleri, ve oraya iş yapmak
amacıyla yakınlaşmaya çalışanların önce durup iki defa düşünüp sonra da
birilerinin haklarında olur olmadık bir şekilde laf çıkarmaları korkusu
ile bundan vazgeçmeleri hangi haklı nedene dayanmaktaydı, insanları
suçlamak kolay ve ucuzdu, herkesin eleştirilecek yönleri mutlaka
bulunurdu, insanlar yerine sistemlerin sorgulanmasının çok daha hayırlı
bir iş olacağı üstüne basa basa dile getirildi, insanları suçlamakla
toplumda suni bir gerilim ve gruplaşma yaratıldığı ve bunun ülkeye bir
fayda asla sağlamadığı, demir yumruk Putin yönetimi altındaki Rusya'nın
son zamanlarda intihar vakıalarında başı çeken ülke olmaktan
kurtulamadığı gibi konuların hepsi yüksek seslerle tartışıldı
tartışılmasına, fakat sonuçta kimin haklı kimin haksız olduğu
sorgulanmadı pek.
Herkes kendi söylediğinin doğruluğuna inanmıştı ve içini gayet güzel
dökme hakkını kullanmıştı. Bu da gösteriyordu ki, aslında üzerinde
anlaşabildiğimiz konular genelde birilerimizin çok iyi bildiği ve
diğerlerimize ders verir gibi aktarmaya çalıştığı olaylarla sınırlıydı.
Bunlar da genellikle teknik konular falan oluyordu. Iş dönüp dolaşıp
bilinen siyasi ve tarihi olayları yorumlama noktasına gelince, hepimiz
bildiğimizi okuyorduk. Yani aslında Türkiye'de gazete başına Çin ordusu
kadar köşe yazarı düşmesinin sebebi boşuna değildi. Türkiye'de her
Allah'ın günü sürü sepet olay oluyordu, olaylar çoktu ve her olay için,
hane başına ayrı bir yorum üretme geleneğimiz vardı.
FOTOĞRAFLAR Erden durumdan memnun, Tonguc'u batirmaya niyetli Vesikalik da foto cekeriz beyler, buyrun... Himmmm, ssuussshhhh..! Aman Yavas..! Masada oyun var Halim bir sinek deyu, ben bir Sanzatu ile cevaplayu.. Halim ziyadesiyle hemen, 5 sinek deyu ve oyunu son eyleyu... Iste gozlerinizi yasartan bir tablo. CumaBric meclisinin üyeleri toplu halde Ayaktakiler: Halim, Ekrem, Faruk, Ibrahim, Bulent, Erden, Celal beyler Oturanlar: Tonguc, Mehmet, Turker, Guven beyler Mehmet ve Tonguc beyler, meclisin bahcesindeler Öz-CumaBriç sitesini kurmak için komplo mu kuruyorlar nedir..?! |
Home »
CUMABRiC TOPLANTILARI
» 4 Mayis 2007 CumaBric Gecesi
4 Mayis 2007 CumaBric Gecesi
Posted by Unknown
Posted on 5/04/2007 04:59:00 pm
with No comments
Öz-CumaBriç SiTESiNi KURMA KOMPLOSU ve AKP MUAMMASI
0 comments:
Post a Comment